5 Temmuz 2012 Perşembe

“İnsanlara Tapinma Dini” Nedir?

Tarih boyunca kimi toplumlarda, Allah’ın insanlardan ne istediği değil insanların birbirlerinden ne gibi beklentileri olduğu daha önemli olmuştur. İnsanlar, Allah’ın hak kitabında bildirdiği hükümlerden, insanlara emrettiği yaşam tarzından habersiz şekilde kendilerini toplumun ve içinde yaşadıkları sosyal çevrenin beklentilerini yerine getirmeye şartlandırmışlardır. Günümüzde de yaşadığınız sosyal çevreye şöyle bir baktığınızda Allah’ın emir ve yasaklarının çoğu kimse tarafından tam anlamıyla bilinmediğini ve uygulanmadığını rahatlıkla görebilirsiniz. Üstelik bu durumdan pek çok kişi bir rahatsızlık duymamaktadır. Allah’ın gücü, O’nun rızasını kazanmanın ne kadar önemli olduğu, onun emirlerine uyulmadığında Allah Katında nasıl bir karşılık alınacağı neredeyse hiç düşünülmemekte, çoğu insan bu konuları aklına dahi getirmemektedir. Oysa aynı kişiler çevrelerindeki insanların kendileriyle ilgili olarak ne düşündükleri, kendilerinden ne gibi beklentileri olduğu, onlara kendilerini daha çok beğendirmek, daha çok sevdirmek için neler yapmaları gerektiği gibi sayısız konuyu yakından takip etmektedirler. Bu kimseler insanlara, Allah’tan daha fazla sevgi ve bağlılık yöneltilen böyle bir sistemin içinde yaşamakta ve bunun yanlış olabileceğine ihtimal de vermemektedirler. Bu, son derece köklü ve sapkın bir düşünce ve yaşam tarzı, insanların maddi ve manevi imkanlarını sarf etmelerine neden olan, hatta hayatlarını bu uğurda harcayacak kadar onları etkisi altına alan bir inanç şeklidir. Bu inanç şekli kendi emirleri ve yasakları, doğruları ve yanlışları olan, üstelik herkesin de bunlara uymasını zorunlu kılan batıl bir din haline gelmiştir. Bu batıl dinin yaşandığı toplumlarda her insan kendi sosyal çevresinin beklentileri doğrultusunda hazırlanmış bu paket programa uymak zorundadır. Çünkü ancak bu şekilde o insanların arasında yaşayabilir; aksi takdirde dışlanıp küçümsenir. Diğer insanlar, gerek bakışları, gerekse tavır ve konuşmalarıyla, kendilerine uymayanları aşağı gördüklerini açıkça hissettirirler. Bu duruma düşmemek için o kişinin tüm bir gün boyunca, kendi kendine unutmadan sürekli olarak tekrarlaması gereken birtakım sloganları vardır. Örneğin; benim için uyanık desinler, zeki desinler, güzel desinler, neşeli desinler, hoş sohbet desinler, becerikli desinler; aman sakın cimri, bencil demesinler, saf demesinler, cahil demesinler… Bu batıl dine uyan kişi, tüm bunları, tıpkı bir ibadet gibi vazgeçmeden ve aksatmadan büyük bir titizlikle uygular. Çevresindeki insanların, kendisinden razı olacakları bir kişilik geliştirmeye büyük çaba sarf eder. İtinayla sürdürdüğü bu uygulamalar sonucunda, insanlara Allah’tan daha çok değer veren, onların rızasını kazanmak için önüne gelen her teklifi kabul eden, tüm dikkatini insanlara yöneltmiş biri haline gelir. Artık bu kişi, insanların birbirine kulluk ettiği batıl bir dini sistemin içinde hapsolmuştur. İçten içe yaşanan bu gizli dinin azimli bir mensubu haline gelmiştir. Bu batıl din, Allah’ı bırakıp insanlara tapmayı öngören bir dindir. İnsanlara tutkulu bir bağlılığı simgeleyen ve adını “İnsanlara Tapınma Dini” koyabileceğimiz bu batıl inanç elinizdeki kitabın ana konusunu oluşturmaktadır. Allah, Kuran’ın pek çok ayetinde insanları bu sapkın inançtan kurtulup yalnızca Kendisine kulluk etmeye davet etmiştir. Bu ayetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır: “Siz yalnızca Allah’tan başka birtakım putlara tapıyor ve bir takım yalanlar uyduruyorsunuz. Gerçek şu ki, sizin Allah’tan başka taptıklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah’ın Katında arayın, O’na kulluk edin ve O’na şükredin. Siz O’na döndürüleceksiniz.” (Ankebut Suresi, 17) Biz bu sitede, insanların hem dünyalarını hem de ahiretteki sonsuz hayatlarını büyük bir tehlike içine sokan ve onları, Allah yerine O’nun yaratmış olduğu insanları ilah edinmeye (Allah’ı tenzih ederiz) zorlayan bu şeytani sistemin yapısını ve insanları nasıl kontrolü altına aldığını günümüzden bazı örnekler vererek anlatacağız. İnsanlara, kendileri için henüz zaman varken bu batıl dinin büyüsünden kurtulmaları için neler yapmaları gerektiğini Kuran ayetleriyle açıklayacağız. Unutulmamalıdır ki bu sapkın din, toplumu ne kadar etkisi altına almış olsa da, iradesi güçlü ve aklı başında bir insan için, bu batıl sistemi yaşamaktan vazgeçmek son derece kolaydır. Çünkü yapılacak olan sadece Allah’a gönülden iman etmek, O’ndan başka ilah olmadığına kesin olarak inanmaktır. Allah, iman eden kullarının yolunu açar onları doğru yoluna ulaştırır. Kuran’ı vesile kılarak, yaşadıkları karanlık hayattan çıkmalarını sağlar. Allah bir ayetinde müminleri şöyle müjdelemektedir: Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır… (Bakara Suresi, 257)

İnsan Allah’a Kulluk Etmek için Yaratıldı

İnsan Allah’ın yarattıkları arasında şuuru olan, doğruyu ve yanlışı ayırt etme yeteneğine sahip bir varlıktır. Bu nedenle Allah’ın varlığının delillerini, üstün yaratma gücünü kavrayabilecek, dünya ve ahiret hayatının gerçek amacını anlayabilecek kapasitededir. Ancak sahip olduğu bu üstün özellikler beraberinde ona birtakım sorumluluklar yükler. Çünkü tüm bunları aklıyla kavrayabilen bir insan, asıl kulluk etmesi gereken gücün Allah olduğunu ve Allah’tan başka ilah olmadığını anlar. Kendisine dünya hayatında yüklenen sorumluluğun asıl olarak Allah’a iman etmek olduğunun şuuruna varır. Allah Kuran’da kullarına şöyle buyurmaktadır: Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır. O’nun nasıl bir çocuğu olabilir? O’nun bir eşi yoktur. O, herşeyi yaratmıştır. O, herşeyi bilendir. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Herşeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, herşeyin üstünde bir vekildir. (Enam Suresi, 101-102) şu çok açık bir gerçektir ki, dünya hayatında aranılan huzur, mutluluk ve başarının temelinde insanların, kendilerine yükletilen sorumluluğu bilmeleri ve yalnızca Allah’a kulluk etmeleri yatmaktadır. Bu durum, toplumsal açıdan da geçerlidir ve toplum içinde bir dengenin oluşmasını sağlamaktadır. Ancak aksi söz konusu olduğunda; yani Allah’ın varlığını inkar edenlerin, O’nun vereceği cezadan ve ahiret gününün getireceklerinden korkmayanların sayısı arttığında, bahsettiğimiz bu denge bozulur. İnsanların Allah’a kul olduklarını unutup başka varlıklara yönelmelerinin önemli bir sonucu olarak, ahlaki dejenerasyon, insan ilişkilerindeki yozlaşma, menfaate dayalı ilişkiler, güçlünün zayıfı ezmesi, acımasızlık, zalimlik, sahtekarlık, düşmanlık gibi fiiller toplum içinde rahatlıkla hayat sahası bulurlar. Bunun sonucunda ise aile ve toplum düzeni, ülke huzuru ve dünya barışı tehlikeye girer. Kuran’da, insanların Allah’ın emirlerini terk edip kendi hevalarına uymalarının, insanlığı ciddi bir dejenerasyona götüreceği şöyle haber verilmektedir: Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. (Müminun Suresi, 71) Günümüzde insanların büyük bir bölümü, içinde yaşadıkları ve sürekli şikayet ettikleri dejenerasyonun kökenindeki nedenlerin, kendi bencil tutkularına uymaları ve Allah’a eş koşmaları olduğunu düşünmezler. Bu nedenle de çözümü çok farklı yerlerde ararlar. Yalnızca ekonomik, sosyal ve kültürel reformlar yaparak, ülkenin zenginliğini artırarak ve teknolojisini geliştirerek sorunlarını çözebileceklerini düşünürler. Oysa şirkten tamamen arınmadan ve insanlar arasında güçlü bir Allah inancını yerleştirmeden, bu yöntemler kesin çözümler getirmez. Sürekli yeni çözümler üretilmesine karşın, Allah’ın emrettiği güzel ahlaka aykırı uygulamaların sürdürülmesi nedeniyle hiçbir kesin başarı kazanılamaz. Kimi insanların içinde yaşadıkları bu karanlık ve ürkütücü yaşam tarzından kurtulabilmelerinin, huzurlu, güvenilir ortamlar içinde yaşayabilmelerinin tek bir yolu vardır. Bu yol, toplumu oluşturan bireylerin “insanlara tapınma dini”nin pençesinden kurtulmaları, yalnızca Allah’a iman etmeleri ve Allah’ın Kuran’daki emir ve yasaklarına uymalarıdır. Bu, tüm insanlar için mutlak bir kurtuluş demektir. Çünkü insanı Allah yaratmıştır ve onun ruhunun neye ihtiyacı olduğunu da en iyi Allah bilir. Kuran’da bu gerçek şöyle haber verilmektedir: Allah, rızasına uyanları bununla (Kuran ile) kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)

İnsanları Bu Batıl Dini Yaşamaya Yönelten Çarpık Mantıklar

Bazı insanlar İslam dininin hükümlerini yerine getirmek, emir ve yasaklarına uygun bir yaşam sürmek konusunda isteksiz davranmaktadırlar. Ancak aynı kişiler, insanları adeta ilahlaştıran (Allah’ı tenzih ederiz) bir sistemin içinde yaşama konusunda son derece istekli davranırlar. İşte bu iki zıt durum, akla hemen insanlara tapınma dininin “insanları ne gibi vaatlerle aldattığı” sorusunu akla getirmektedir. Bu soru üzerinde düşünüldüğünde ise karşımıza böyle insanların Allah’ın kudretini kavrama konusunda büyük bir eksiklik içinde oldukları gerçeği çıkmaktadır. Allah’ın gücünün sınırsızlığını ve kainatı yaratış amacını anlamayan insanlar, yaşamlarını kendi koydukları, Kuran ahlakına uygun olmayan, cahiliye mantıklarıyla yürütmeye çalışırlar. Bu mantıklar bir taraftan insanlara tapınma dininin temellerini oluştururken diğer taraftan da insanların bu batıl dini yaşama konusunda öne sürdükleri bahaneleri meydana getirirler. Oysa Allah Kuran’da sahte gerekçeler ve mantıklar öne sürerek inkarlarını kendilerince meşru göstermek isteyenler için, “Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlarş Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdirş” (Maide Suresi, 50) şeklinde bildirmektedir. Bu bölümde, insanların Allah’ın hak dinini yaşamak yerine insanları razı etmeye yönelik batıl bir dini yaşarken ne gibi sahte gerekçeler öne sürdükleri anlatılacaktır. Bu çarpık mantıklardan bazıları şöyledir: “Hayatın Gerçekleri” Yanılgısı Allah insanların hayatlarının her anını, Kuran’da bildirdiği hükümler, emir ve yasaklar doğrultusunda düzenlemelerini ister. Kuran, insanların doğruyu yanlıştan ayırt etmesini sağlayan, onlara güzel ve çirkin davranışların neler olduğunu bildiren, Allah’ın razı olacağı ve olmayacağı tavırların hangileri olduğunu haber veren bir kılavuzdur. Bu nedenledir ki Allah Bakara Suresi’nde insanların bu mübarek Kitaba uymalarını şöyle emretmektedir: Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitap’tır. Şu halde O’na uyun ve korkup-sakının. Umulur ki esirgenirsiniz. (Enam Suresi, 155) Ancak insanların büyük bir çoğunluğu hayatlarını Kuran’da yer alan hükümlere ve ahlak anlayışına göre düzenlemezler. Hatta Kuran’ın, Allah’ın emirlerinin yer aldığı ve uymaları gereken bir kitap olduğunu bile pek düşünmezler. Din ahlakının ve Kuran’ın tüm hayatları için ne kadar önemli olduğunu kavrayamazlar. Din ahlakının ancak kısıtlı birkaç konuda hayatlarına yön verebileceğini zannederek yanılırlar. Zorluk ve sıkıntı içinde kalmaları, büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmeleri, ciddi ve acı verici bir rahatsızlık geçirmeleri, kendi güçleriyle alt edemedikleri bir korku yaşamaları ya da ölüm gibi ciddi olaylarla karşılaşmaları dışında, kendi düşük akıllarınca, Allah’a sığınmaya gerek duymazlar. Din ahlakının yaşanmasının, her insan için gerekli olduğunu kavrayamazlar. Bu nedenle de bu ahlaktaki kişiler din ahlakından hayatları boyunca olabildiğince uzak durmaya, dinle ilgili hiçbir şeyi aralarında konuşmamaya özen gösterirler. Allah’ın adını anmaktan dahi kaçınırlar. Oysa insanların yaşayabilmek için mutlaka Allah’ın hükümlerine, Kitabında bildirdiği güzel ahlaka ihtiyaçları vardır. İnsan için kolay ve güzel olan, bizi yaratan Rabbimizin Kitabındaki ahlakı yaşamaktır. Bu ahlak olmadan, sağlıklı bir toplum yapısının oluşması düşünülemez. Çünkü insanın fıtratını yani yaratılıştan gelen yapısını düşünmeden ortaya atılan her türlü kural, gerek insanlar gerekse toplumlar üzerinde yıkıcı etki oluşturur, toplumların dejenerasyonuna neden olur. Toplum ciddi bir sosyal kaosun içine sürüklenir, insan ilişkileri kötüye gider. Bunların sonucunda da dünya, savaşlardan, kargaşadan ve zulümden kurtulamaz. Bireyler de din ahlakından uzaklaşıp cahiliye sisteminin kurallarına uymaya çalıştıkça manen ve fiziksel olarak çeşitli sıkıntılara maruz kalırlar. Günümüzde, anlattığımız tüm bu olumsuz sonuçlar pek çok ülkede yaygın olarak yaşanmasına rağmen, samimi iman edenler dışındaki insanlar “elbette din vardır ama bir de hayatın gerçekleri vardır” yanılgısı ile cahiliye sistemini yaşatmaya devam etmektedirler. Bu sistemin temeli din ahlakının, yaşam içindeki mutlak gerekliliğini inkar etmek üzerine kuruludur. Bu çarpık mantığa göre insanların din ahlakının kurallarıyla yaşaması pratik olarak imkansızdır. Söz konusu kişiler, eğer din ahlakı günlük hayatın içine sokulursa, insanın, dünyanın her türlü nimetinden mahrum kalacağını, tekdüze bir hayat yaşayacağını zannederek yanılırlar. Din ahlakını yaşamanın, sözde insanların hayatın tadına varmasına engel olacağını zannederler. Elbette bu, gerçeklerle bağlantısız bir düşüncedir. Din ahlakı, insan ruhunun en rahat edeceği, en huzurlu ve üretken olacağı bir toplum hayatı meydana getirir. Kendilerini “hayatın gerçekleri aldatmacası”ndan kurtarıp bu üstün ahlakı yaşayan insanlar, toplumda en sağlıklı ruh haline sahip, güzelliklerden en çok hoşnut olan kişilerdir, daima barış, hoşgörü ve özveri ortamının oluşmasında öncü rol oynarlar. Din ahlakından uzak insanlar ise, kendi düşük akıllarınca güzel ahlak göstermeyi bir zayıflık ve saflık olarak değerlendirirler. Örneğin bir insanın, karşısındakiler için ne kadar fedakarlık yaparsa yapsın karşılığında, bencillik ve vicdansızlıktan başka bir şey bulamayacağına, dolayısıyla fedakarlık yapmakla akılsız bir konuma düşeceğine inanırlar. Bu nedenle birçok toplumda fedakarlık yapan kişiye “iyi niyetli ama saf” gözüyle bakılır. Çünkü hiçbir çıkarı olmadığı halde bir başkasına iyilik yapmaktadır ve yaptığı için karşılık talep etmemektedir. Onlara göre bencilliğe bencillikle, kine kinle, düşmanlığa düşmanlıkla, sevgisizliğe sevgisizlikle karşılık vermek hayatın gerçek yüzünü yansıtmaktadır. Ya da karşısındaki, kendisine sürekli olarak kötülük yapan, zarar veren bir insan olmasına karşın, ona iyi davranan, onun iyi huylu olması için uğraşan, kendisine yaptığı kötülükleri affeden bir insanın yaptığı bu iyilik, cahiliye toplumu tarafından kesin bir akılsızlık olarak yorumlanır. İnsanlar gösterdiği güzel ahlak nedeniyle o kişiyi, “Ne kadar safmış, ben olsaydım fırsat varken intikam alırdım, gereken karşılığı verirdim” gibi sözlerle küçümserler. Çünkü Kuran ahlakından uzak insanların sahip olduğu “hayatın gerçekleri” mantığına göre kötülüğe kötülükle karşılık vermek en doğru olan davranıştır. Cahiliye dini içinde son derece rağbet gören bu yanlış mantık, bir düşmanın hiçbir zaman gerçek bir dost olamayacağı tezini savunur. Bu nedenle de kişi ne kadar iyilik yapsa da aradaki düşmanlık bozulmayacak aksine sadece iyilik yapan taraf kaybetmiş olacaktır. Toplum bu kişiyi, kendisine yapılan kötülüğü kavrayıp anlayamamış, zayıf bir insan gözüyle değerlendirecektir. Bu çarpık mantık içinde yaşayan insanlar, kendilerince düştüklerini düşündükleri bu durumdan korunmak için, hayatın gerçekleri mantığına sıkı sıkıya sarılmaları ve insanların tepkilerini, yorumlarını, düşüncelerini çok iyi takip etmeleri gerektiğini düşünürler. Çünkü söz konusu kişi, insanların ne dediğine çok fazla önem vermekte ve kendini insanlara ne kadar beğendirirse toplumda da o kadar iyi bir yer edineceğini sanmaktadır. Toplum memnun olduktan sonra, her türlü çirkin tavrı göstermenin, dünyevi hedeflerine ulaşabilmesi için muhakkak kullanılması gereken bir yol olduğunu düşünmektedir. Oysa Kuran’da Allah’ın, insanlardan samimi ve sadece Kendi rızasını gözeten, kimsenin ne diyeceğini düşünmeyen, güzel bir ahlak istediği bildirilir. Rabbimiz kulları arasında, burada söz edilen cahiliye mantığının tam aksi bir ahlakın hakim olmasını emretmektedir. Buna göre, bir insan ancak kendisine yapılan kötülüğe iyilikle karşılık verdiği takdirde Allah Katında iyi bir insan olabilir. Ayrıca bu tavır, düşmanlık yerine güçlü dostlukların kurulmasına vesile olan önemli bir adımdır. Allah bu sonucu Kuran’da şu şekilde müjdelemektedir: İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34) Yalnızca kötülüğe verilen karşılıkta değil her türlü davranışta Kuran ahlakını benimsemek yegane kurtuluş yoludur. Hayatın gerçek amacı Allah’ın razı olacağı bir kul olmak, bunun için karşılıksız iyilikte bulunmak, fedakarlık yapmak, özverili, adaletli, sabırlı, iyiliği emredip kötülükten men etmekte kararlı, kayıtsız şartsız Allah’ın rızasına yönelen bir insan olmaktır. Ancak Kuran’da bildirilen ahlakı benimsemeyen cahiliye insanları, hayatları boyunca çekişme, kavga, huzursuzluk içinde yaşar ve bunun, hayatın gerçeği olduğunu zannederler. Sahtekarlık yapmadan, çıkarcı, sinsi, iki yüzlü olmadan sadece güzel ahlaklı olarak rahat bir hayat yaşanabileceğine kesinlikle ihtimal vermezler. Dünyanın, kendi deyimleriyle “bir kurtlar sofrası” ya da “ancak güçlülerin hayatta kalabildiği bir arena” olduğuna inanırlar. Sonsuza kadar sürecek ahiret hayatının varlığını unutarak, sadece kısa dünya hayatına yönelik bir yaşam sürdükleri için “dünyada ne yaparsam yanıma kar kalır” yanılgısıyla din ahlakını terk ederek yaşarlar. Kurallarını insanların uydurduğu sahte bir dünyada, kısılıp kalır, adeta bir ilah gibi gördükleri insanlara (Allah’ı tenzih ederiz) tam anlamıyla bir köle gibi bağlanırlar. Bunun sonucunda da Allah’ın emirlerine uymamanın getirdiği ağır sonuçlara katlanmak zorunda kalır; dünyada aşağılayıcı bir hayat yaşar, ahirette ise bundan çok daha acı bir azapla karşılaşırlar. Onların bu durumu Kuran’da şöyle bildirilir: O şirk koşanlar, şirk koştuklarını gördükleri zaman: “Rabbimiz, Seni bırakıp bizim taptığımız ortaklarımız bunlardır” diyecekler. (Onlar da bunlara:) “Siz gerçekten yalan söyleyenlersiniz” diye sözü (geri çevirip) fırlatacaklar. O gün (artık) Allah’a teslim olmuşlardır ve uydurdukları (yalancı ilahlar) da onlardan çekilip-uzaklaşmıştır. İnkar edip de Allah’ın yolundan alıkoyanlar; Biz, işledikleri bozgunculuğa karşılık, onlara azab üstüne azab ilave ettik. (Nahl Suresi, 86-88) Sonra onlara denilecek: “Sizin şirk koştuklarınız neredeş Allah’ın dışında (taptıklarınız).” Dediler ki: “Bizi bırakıp-kayboluverdiler. Hayır, biz önceleri (meğer) hiçbir şeye tapar değilmişiz.” İşte Allah, kafirleri böyle şaşırtıp-saptırır. İşte bu, sizin yeryüzünde haksız yere şımarıp-azmanız ve azgınca ölçüyü taşırmanız dolayısıyladır. İçinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Artık mütekebbirlerin konaklama yeri ne kötüdür. (Mümin Suresi, 73-76) “Çoğunluk Yapıyor” Yanılgısı Pek çok insanı, din ahlakının gereklerini yerine getirmekten alıkoyan sebeplerden biri, baştan beri üzerinde durduğumuz gibi, bu kişileri içinde yaşadıkları toplumun kendileri hakkında ne diyeceğine, ne düşüneceğine bağımlı hale getiren “insanlara tapınma dini”dir. Bu batıl din, gücünü “çoğunluk yapıyor” yanılgısından alır. Çünkü toplum içindeki insanların çok büyük bir bölümü daha önce de söylediğimiz gibi insanlara tapınma dininin yaşam şeklini benimsemiştir. Bu da babadan oğula geçen, kimsenin itiraz etmeye gücünün yetmediği batıl bir gelenek haline gelmiştir. Ve bu kişilerin toplumun sayısal çoğunluğunu oluşturuyor gibi gözükmeleri diğer insanları da yanlış yönlendirmekte, onları haksız çoğunluğun yaşadığı hayat şeklinin ve uydukları kuralların doğru olduğuna inandırmaktadır. Oysa Kuran’da Allah Müslümanlara şöyle emretmektedir: Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve onların hevalarına uyma. Allah’ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için onlardan sakın… (Maide Suresi, 49) Ayette de bildirildiği gibi Allah insanlara haksız çoğunluğa ve onların heva yüklü kurallarına uymamalarını emretmektedir, onların arasında Kuran ile hükmetmenin tek kurtuluş yolu olduğunu bildirmektedir. Ancak insanların büyük bir kısmı, vicdanları onaylamasa da kendilerini çoğunluğun yaşam tarzına ayak uydurmak zorunda hissederler. Bunu, toplumun bir ferdi olmanın zorunluluğu olarak görürler. Kendilerini, “Madem bu toplum içinde yaşıyoruz, toplumun koyduğu kurallara ve öngördüğü hayat şekline de uymak zorundayız” yanılgısına -sanki hak bir dinin emriymiş gibi- uyma zorunluluğu içinde hissederler. Din ahlakının gerçek manasını kavramamış olan bu insanlar, dünyada -Allah’ın emirleri dışında- tüm insanların uyması gereken birtakım kurallar olduğunu, insanın da sosyal bir varlık olması nedeniyle bu kurallara uymak zorunda olduğuna inanırlar. Toplumun bireylerini hoşnut etmeyi kendilerince en zaruri görevlerinden biri olarak benimserler. Bu nedenle toplumun, “başkaları ne der, insanlar nasıl değerlendirir, ne düşünürler, benim için iyi desinler, akıllı, zeki desinler, zengin desinler, cömert desinler, benim hakkımda şöyle düşünmesinler, şunu demesinler, böyle konuşmasınlar” gibi kısır döngüye dönüşmüş mantıklarının içinden çıkmayı başaramazlar. Oysa çoğunluğun yöneldiği hayat şekli, uydukları sahte kural ve yaptırımlar insanları doğruya yöneltmez. Aksine Allah Kuran’da çoğunluğa uymanın, insanı yoldan saptıran bir tehlike olduğunu şöyle haber vermektedir: Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak ‘zan ve tahminle yalan söylerler.’ (Enam Suresi, 116) Bu nedenle çoğunluğun Kuran ahlakına muhalif bir hayat şeklini seçmiş olması, insanlara karşı alaycı, zalim tavırlarda bulunmaları, ailelerine hatta devletlerine karşı isyankar bir yapı içinde olmaları, Allah’ın haram kıldığı fiilleri hiç düşünmeden işliyor olmaları o toplumdaki diğer kişileri etkilememelidir. Bu tarz insanların nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor olması da bireylerin yaptıkları hatalar için bir gerekçe olamaz. Örneğin bir toplumun tamamı cahilce ateşi, Güneş’i veya yıldızları kendilerine ilah edinmiş, onlara tapma sapkınlığını uyguluyor olsalar da, bu, bir başkasının da aynı sapkınlığı benimsemesine gerekçe olamaz. Ya da bir toplulukta fuhuşa, düzenbazlığa, zalimliğe, hırsızlığa ve bunlar gibi ahlaksızca davranışlara ses çıkarılmıyor olması durumlarında bir kişi, “çoğunluk bunu yapıyor” şeklindeki yanlış mantığı kullanarak aynı ahlaksızlıkları yapmak durumunda değildir. Veya bir toplumda sadece zenginler saygı görüyor, fakirler, güzel ahlakı dışında ortaya koyacak hiçbir maddi gücü olmayan insanlar eziliyorsa, bu, diğer insanların da bu yanlış zihniyeti körükleyecek bir anlayış geliştirmelerini gerektirmez. Aksine kimi insanların, vicdanları kabul etmediği halde sırf çoğunluğun kınamasından korkarak bu zalimce mantığı makul karşılamaları büyük bir vicdansızlık olur. Çünkü insanın sadece toplum tarafından kınanmaktan, dışlanmaktan ya da kötü görülmekten korkarak, vicdanıyla doğru olduğuna kanaat getirdiği bir şeyi yapmakta çekimser davranması akla ve vicdana uygun bir davranış değildir. Kuran’da Allah Müslümanların önemli bir özelliğinin de insanların kınamasından korkmamaları olduğunu şöyle haber vermektedir: Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisinin onları sevdiği, onların da Kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu,’ Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan) ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. (Maide Suresi, 54) Yine başka bir surede de İbrahim Peygamberin ve onunla birlikte olan müminlerin, kendilerini kınayan insanlardan çekinmeyen kararlı bir tavır içinde olmaları örnek olarak verilmektedir. Hz. İbrahim ve yanındakiler büyük bir çoğunluğunun putlara taptıkları bir toplumda yaşamışlardır. Ancak tüm kınamalara, tehditlere karşın insanlardan değil sadece Allah’tan korkmaları nedeniyle bu toplumun sapkın eğilimlerine büyük tepki göstermişlerdir. Kuran’da bu durum şu şekilde haber verilmektedir: İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: “Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah’a bir olarak iman edinceye kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir.” (Mümtehine Suresi, 4) Hz. İbrahim’in bu kararlılığı karşısında müşrik kavmi onu cezalandırmaya karar vermiştir. Ama buna rağmen Hz. İbrahim Allah’a bağlılıkta kararlılık göstermiştir. Allah bu güzel tavrına karşı onu kavminin eziyetinden kurtarmıştır: Dedi ki: “Yontmakta olduğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” Dediler ki: “Onun için (yüksekçe) bir bina inşa edin de onu çılgınca yanan ateşin içine atın.” Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak istediler. Oysa biz, onları alçaltılmışlar kıldık. (İbrahim) Dedi ki: “Şüphesiz ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidayete erdirecektir.” (Saffat Suresi, 95-99) Ancak insanların birçoğu bu örnekte gördüğümüz kararlılığı gösterememektedir. Kalpleri Allah’tan uzak olduğu için, vicdanlarını da kullanmamaktadırlar. Vicdanlarının önüne “çoğunluk yapıyor, çoğunluk yapıyorsa doğrusu budur” gibi cahiliye mantıklarıyla set çekmekte ve Allah’tan gafil, insanların hoşnutluğunu önemseyen, onların kınamalarından çekinen bir hayat sürmektedirler. Gerçekten de “insanlar ne der”, “arkadaşlarım bir daha konuşmaz, beni dışlarlar”, “herkes yapıyor ben de yapayım” gibi düşünceler, kişiyi, Allah’tan başka varlıklara tapan, (Allah’ı tenzih ederiz) Kuran ahlakından tamamen uzaklaşıp dünyaya yönelen bir insan haline getirebilir. Bunun sonucu olarak da kimileri zalimlikten hoşlanan, şefkat, merhamet, sevgi, saygı bilmeyen, kimileri sadece paraya, makama önem veren, insanlıktan, güzel ahlaktan anlamayan bir zihniyet taşımakta mahsur görmez. Sınıfındaki çoğunluk zalim, alaycı, kötü ahlaklı ise bunun dışında davranmanın dışlanma sebebi olacağını bilerek o da onlar gibi davranır. Patronu bir kişi hakkında olumlu düşünüyorsa, söz konusu kişi son derece ahlaksız bir yapıya sahip olsa da onun hakkında olumlu düşünür. Veya müdürü bir kişi hakkında olumsuz bir kanaate sahipse, o kişinin gerçekte nasıl bir yapıda olduğunu araştırmaya bile gerek görmeden o kişi hakkında olumsuz fikir beyan edebilir. Bu insanlar Allah’ın ve din ahlakının kendilerine tamamen unutturulmuş olmasının doğal bir sonucu olarak çoğunluk böyle yapıyor mantığı altında yaşamaya devam ederler. Müstakil bir şahsiyet gösteremezler. Herkes böyle yaşıyor, böyle yapıyor, böyle düşünüyor gibi hatalı mantıklar içinde, yukarıda saydığımız gruplara benzer bir sosyal çevrenin mensubu haline gelirler. Kafalarını nereye çevirseler kendileri gibi çoğunluğa uyan, insanların hoşnutluğunu ana hedef edinmiş kişilerle karşılaştıkları için de yaşadıkları bu ruh halininin garipliğini teşhis edemezler. Unutulmamalıdır ki insanlar yukarıdaki örneklerde kısaca değindiğimiz gibi Allah’ın razı olacağı dışında bir hayat tarzını benimsemişlerse, çoğunluğa uyma mantığının kendilerine getireceği bir kazanç yoktur. Nitekim aklen çökmüş ve ahlaken dejenere olmuş bireylerden oluşan bir toplum dünyada ciddi bir kaosun içine sürüklenir. Çıkar kavgasına dayalı çekişmeler, düşmanlıklar, öfke, nefret, kıskançlık gibi kaçınılması gereken duygu ve düşünceler insanlar arasında büyük bir hızla yayılır. Ve dünya yaşanması güç, huzursuzluğun ve kaosun hakim olduğu bir yer haline gelir. Bu, Allah’ın Kendisine eş koşanlara dünyada verdiği karşılıktır. Ahirette bu kişileri daha feci bir son beklemektedir. Kuran’da bu son şöyle haber verilir: Bunlar, yeryüzünde (Allah’ı) aciz bırakacak değildir ve bunların Allah’tan başka velileri yoktur. Azab onlar için kat kat artırılır. Bunlar (hakkı) işitmeye güç yetirmezlerdi ve görmezlerdi de. İşte bunlar, kendilerini hüsrana uğratanlardır ve yalan olarak uydurdukları (düzme tanrılar da) onlardan uzaklaşıp-kaybolmuşlardır. Hiç şüphesiz bunlar, ahirette en çok hüsrana uğrayanlardır. (Hud Suresi, 20-22) “Gerçekleri Kimse Değil, Bir Tek Sen mi Fark Ediyorsun!” Yanılgısı Toplumun bir kısmını Allah’a inanmaktan uzaklaştıran ve insanları ilah haline getiren (Allah’ı tenzih ederiz) bu batıl sistemin bahane olarak öne sürdüğü bir diğer yanılgı da gerçekleri görmezlikten gelmek veya tamamen reddetmektir. Cahiliye toplumlarının çoğunluğa uyma mantıkları, beraberinde iman edenlerin söylediklerini dinlememeyi de getirir. Müslümanlar, kendilerini Allah’ın emirlerine uymaya ve sadece Allah’a iman etmeye davet ettikleri sırada, bu insanlar atalarının getirdiği batıl kurallara ve sapkın inanca iman edeceklerini ifade eden davranışlarda bulunmaya başlarlar. Toplumun kendilerine öğrettiği batıl kurallardan ve yaşayış şeklinden taviz vermeyeceklerini belli ederler. Kuran’da Allah bu yanlış zihniyeti şöyle tarif etmektedir: Ne zaman onlara: “Allah’ın indirdiklerine uyun” denilse, onlar: “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız” derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170) Cahiliye dini içinde, atalarından öğrendikleri ile hayatlarını sürdürmeye kararlı insanlar, kendi aralarında rağbet gören, hayatlarının içine sinmiş bu uydurma dinin hükümlerine müdahele etmek isteyenlere kesin olarak karşı koyarlar. Kendilerine doğruları getiren iman sahibi kişilerin, hoşnutluklarını kazanmaya çalıştıkları insanlarla aralarını bozmalarını ve bu batıl dinin kurallarını zedelemelerini istemezler. Samimi, inanç sahibi kişilerin sabırla açıkladıkları gerçekleri; “Bunları bir tek sen mi anladın, bunca insan yanılıyor mu, bu zamana kadar bunu kimse fark edemedi şimdi sen mi fark ediyorsun…” gibi cahiliye tepkileriyle etkisiz hale getirmek için gayret sarf ederler. Çünkü onların batıl inançlarına göre, “doğruları bir tek sen mi fark ettin” şeklinde karşı çıkmak karşı tarafı sindirir, kişinin kendine olan güvenini sarsar. (Ama bu yöntem, ancak onların batıl inanç sistemlerinde geçerli olabilir; çünkü gerçek Müslümanlar böyle basit karşı çıkmalardan hiçbir şekilde etkilenmezler.) Böylece kendilerince doğrular gizli kalmış olur. Aksi takdirde “insanlar benim için ne düşünüyorlar, ne yapsam da onları razı etsem, kendimi nasıl beğendirsem, aralarına nasıl girsem,…” gibi bir düşünceye kapıldıklarında, gerçekleri bilen bu kişiler onlara Allah’ı ve hiç kimsenin Allah’ın kendileri için belirlediği kaderin dışında bir şey yapmaya güçleri olmadığını hatırlatacaktır. Bu müdahele onların batıl dinlerinin yıkılması, kurallarının etkisiz hale gelmesi demektir. Ama “insanlara tapınma dini”nin mensupları ne kadar çaba harcarlarsa harcasınlar, Allah doğruların gizli kalmasına izin vermez, batılı, mutlaka hak karşısında bozguna uğratır, etkisiz hale getirir. Hakkı savunan insanlar ne kadar azınlık gibi gözükseler de Allah onları fikren üstün kılar. Üzerlerindeki her türlü baskıya karşı onlara dirayet ve kararlılık verir. Kuran’da peygamberlerin, yaşadıkları toplumları sapkın ve ölçüsüz yaşantılarından alıkoymak için yaptıkları uyarılardan bahsedilir. Bu insanlar peygamberlerini yalnız bırakarak onların güçlerini ve şevklerini kırma eylemi içine girmişler ve onları dışlamışlardır. Ama elbette ki bu tarz karşı çıkmalardan salih Müslümanlar hiçbir dönemde olumsuz yönde etkilenmemiştir. Örneğin Salih Peygamber batıl dinlerini terk etmeleri için tebliğ yaptığı kavminden şöyle bir tepki almıştır: Dediler ki: “Ey Salih, bundan önce sen içimizde kendisinden (iyilikler ve yararlılıklar) umulan biriydin. Atalarımızın taptığı şeylere tapmaktan sen bizi engelleyecek misin? Doğrusu biz, senin bizi davet ettiğin şeyden kuşku verici bir tereddüt içindeyiz.” (Hud Suresi, 62) Hz. Salih’in kavmine verdiği kararlı cevabı ise şöyle olmuştur: Dedi ki: “Ey kavmim, görüşünüz nedir söyler misiniz? Eğer ben Rabbimden apaçık bir belge üzerindeysem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, bu durumda O’na isyan edecek olursam Allah’a karşı bana kim yardım edecektir? şu halde kaybımı arttırmaktan başka bana (hiçbir yarar) sağlamayacaksınız.” (Hud Suresi, 63) Unutulmamalıdır ki çok açık gerçekler kimi zaman insanlar tarafından görülemeyebilir. Bu insanlar, içinde yaşadıkları toplumun kurallarına göre yaşamaya şartlandıkları ve bunları uzun süredir büyük bir istikrarla uyguladıkları için, -Hz. Salih’in kavmi gibi- süregelen batıl düzenlerini bozmayı göze alamayabilirler. Bu nedenle de yaşadıkları çirkin ahlakın kendilerine çok büyük zararlar verdiğini görmelerine rağmen, hak olanı tercih etmektense batıl olanın içinde yaşamlarını sürdürmeyi tercih ederler. Dünyada rahat ve huzur içinde yaşanabilecek bir model olabileceğine ihtimal vermediklerinden, kötünün iyisi mantığı ile cahiliye dininin dışına çıkmayı göze alamazlar. Oysa insanların gerçek mutluluk ve kurtuluş içinde yaşamaları için, çok kolay bir yol vardır. Bu yola girebilmek için henüz vakit varken, kendilerini uyaran, yaşadıkları sistemin çarpıklığını delilleriyle ispatlayan müminlere kulak vermeleri gerekmektedir. O güne kadar doğrunun hiç kimse tarafından ortaya çıkarılamamış olabileceğine ihtimal verip, vicdanlarının sesini dinlemeleri; dikkatlerini, hiçbir şey yaratma ya da yok etme gücü olmayan insanlardan çekerek, sadece Allah’a yöneltmeleri gerekmektedir. Bu, insanın akıl ve anlayışının açılmasını, hayatın gerçek amacını kavrayabilmesini ve bunun sonucunda da insanlar yerine Allah’ın rızasını gözetmesini sağlayacaktır. Allah Kuran’da sadece Kendisi’nden korkup sakınanların ve Kendisine itaat edenlerin kurtuluş ve mutluluk bulacağını şöyle müjdelemektedir. Kim Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederse ve Allah’tan korkup O’ndan sakınırsa, işte ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenler bunlardır. (Nur Suresi, 52)

İnsanlara Tapınma Dininin “Desinler” ve “Demesinler” Kuralları

İnsanlara tapınma dininin temel kuralları, “desinler” ve “demesinler” mantıkları üzerine kuruludur. Bu kuralların kökeninde de, insanların rızasını gözetme, karşı tarafın kendisinden istediği gibi bir hayat ve kişilik yaşamaya zorunlu hissetme yanılgısı vardır. Diğer bir deyişle bu mantığı hayatına geçiren bir insan artık kendi hür vicdanını ve aklını kullanamaz. Çünkü insanların övgüsü, ilgisi, sevgisi, yakınlık ve dostluğu için sürekli olarak kalıp değiştirmek zorunda kalır. “İnsanlar benim için şöyle desin”, “kimse benim hakkımda şöyle düşünmesin” gibi düşünceler aklını kullanmasını engeller ve çevresindeki her insanı tek tek razı etmeye çalışmak gibi başarılması imkansız bir çaba içine girmesine neden olur. Kendi vicdanına başvurduğunda çok doğru olduğunu gördüğü, hatta doğruluğundan en ufak bir şüphe duymadığı konularda dahi, doğru olan yerine toplumun talebine göre yaşamak zorunda kalır. Oysa Kuran’da Allah’ın hoşnutluğu üzerine kurulmayan bir yaşamın, sahibini mutlaka cehenneme sürükleyeceği şöyle bildirilmektedir: Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse miş Allah, zulmeden bir topluluğa hidayet vermez.” (Tevbe Suresi, 109) Ayette bildirilen apaçık gerçeğe rağmen bugün pek çok toplumda Allah’ın rızasını kazanmanın önemi neredeyse tümüyle unutulmuştur. İnsanların büyük kısmı kendilerini Allah yerine insanlara karşı sorumlu ve bağımlı hale getirmişlerdir. Bunun kökeninde yatan sebeplerden biri ise, insanların sonu gelmeyen övünme ve gösteriş arzusudur. İnsanların Övünme Ve Gösteriş Yapma Tutkusu İnsanın nefsi övgü almak ve diğer insanlara gösteriş yapmak ister. Allah’ın yarattığı bir kul olduğunun ve O’nun verdikleri ile hayatta kaldığının bilincinde olmayan insanlar, başkalarından gelecek övgü dolu yorumları, elindekilerle karşılarındakilere gösteriş yapıp nefsani bir üstünlük elde etmeyi fazlasıyla önemserler. Bunlara kendi güçleriyle sahip olduklarını ve diledikleri kadar ellerinde tutabileceklerine inanırlar. Kuran’da bu hatalı ruh hali ile ilgili olarak bağ sahibi bir kimse örnek verilmektedir: (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: “Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm. Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): “Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum” dedi. Kıyamet-saati’nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.” (Kehf Suresi, 34-36) Ayetlerde de bildirildiği gibi bu kişi elindeki bağın gerçek sahibinin kendisi olduğunu düşünerek kendince gösteriş yapmaktadır. Bu toprakların sonsuza kadar kendi elinde kalacağını zannetmektedir. Oysa bu durumun hükmünü verecek olan Allah’tır. Allah o bağın ve o kişinin kaderinde ne belirlemişse o olacaktır. Allah’tan başka hiçbir varlığın, olacak olanları değiştirmesi mümkün değildir. Fakat imansız bağ sahibi kişi bu gerçekten gafil olduğundan, cahiliye telkinleriyle düşünmekte ve elindekilerle övünmektedir. Kader gerçeğini hiç düşünmeden gerek bağıyla gerekse kendi geleceği ile ilgili ileriye dönük tahminlerde bulunmaktadır. Bunları yaparken de amacı muhtemelen insanları zenginliğiyle cezbetmek ve onların övgülerini toplamak olabilir. Tüm bunları, Allah’ın rızasını kazanmaktan daha üstün tutması dolayısıyla, Allah bu kişinin bağını büyük bir afetle yerle bir etmiş, kendisine övüneceği, gösteriş yapacağı bir mülk bırakmamıştır. Bağ sahibi başına gelen olaylar sonucunda içinde bulunduğu gaflet uykusundan uyanmış ve suçunun Allah’tan başka ilahlar edinmek olduğunu anlamıştır. Kuran’da bu durum şöyle anlatılmaktadır. (Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) oğuşturuyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: “Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım.” (Kehf Suresi, 42) Kuran’da bildirilen bu örnekten de anlaşıldığı gibi övgü ve gösterişe dayalı bir hayat, iman etmemiş bir insan için nefsani bir tutkudur. Bu insanlar dünyanın varoluş amacının, insanların birbirleri arasında övünmeleri, gösteriş yapmaları, malca zenginleşmeleri gibi değerler olduğunu zannettiklerinden bunları elde ettiklerinde karda olduklarını zannederler. Allah başka ayetlerinde bu çarpık mantığı taşıyan insanları şöyle haber vermektedir: (Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi ‘tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.’ “Öyle ki (bu,) mezarı ziyaretinize (kabre gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü.” (Tekasür Suresi, 1-2) Oysa gerçekler çoğunluk olmayı bir meziyet olarak gören bu insanların zannettikleri gibi değildir. Allah dünyayı insanların birbirlerine karşı nefsani konularda üstünlük kazanmaları için değil, Kendisine kullukta hangisinin iyi işler yapacağını denemek için yaratmıştır. Mülk Suresi’nde şöyle buyrulur: O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı… (Mülk Suresi, 2) Bu nedenle asıl zevk alınacak, mutlu olunup neşelenilecek olaylar, Allah’ın beğenisini kazanmak amacıyla yapılan işlerdir. Çünkü insan esas olarak imanın getirdiği neşeyle tatmin olabilir. Diğeri çok kısa süren ve ahirette insanı zarara sokacak geçici bir tatmin hissidir. Fakat bazı insanlar, hak din ahlakını yaşamak yerine, Allah’tan başka varlıkları ilahlaştıran (Allah’ı tenzih ederiz) insanlara tapınma dini içinde yaşamayı tercih ederler. Bu nedenle yaptıkları tüm işler bu yanlış temeller üzerine oturtulur. İnsanlar artık hayatın her anında başka kişilere gösteriş yapmak, kendilerine verilenlerle onlara karşı nispet yapmak gibi davranışlarda bulunurlar. Oysa gösteriş yapmak maddi ve manevi olarak insanı büyük bir külfet altına sokar. Bedenini ve zihnini yorar. Bunun yanında insanı fıtratından saptırarak, sert, katı, hırslı, kinli, samimiyetsiz ve sahtekar bir ruh haline yöneltir. Hatta bu durum öyle bir hale gelir ki, insan en samimi duygularla yerine getirmesi gereken ibadetlerini bile, başkaları onun hakkında itikatli, inançlı, Müslüman desinler diye yapmaya başlayabilir. Kuran’da Allah, bu batıl dini yaşayan insanların namazlarını başka insanlara gösteriş olsun diye kıldıklarını şöyle haber vermiştir: İşte (şu) namaz kılanların vay haline, ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar, (Maun Suresi, 4-6) Bu insanlar aynı namaz gibi, Kuran’da yer alan ve “ihtiyaç içinde olanlara kendi ihtiyaçlarından arta kalanı verme” mantığı üzerine kurulu olan infak ibadetini de gösteriş, övünme gibi Allah’ın rızası dışındaki amaçlar için kullanırlar. Kuran’da malını gösteriş için infak edenlerin durumu şöyle tasvir edilir: Ey iman edenler, Allah’a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde edemez)ler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez.” (Bakara Suresi, 264) Ayetlerde belirtildiği gibi, insanın Allah inancına diğer insanların rızasını katması, o kişinin ihlasını zedeler. Kişiyi Allah’a karşı samimiyetsiz bir insan yapar. İnsanların kendisi için ne diyeceğine önem vererek, inancını gösteriş, övünme gibi nefsani duygularla kirletmesi onun kalbini katılaştırır. Dünyadaki çıkarları, menfaatleri için yaşayan bir insan haline gelmesine neden olur. Kişiyi Allah korkusunu yitirmiş, O’nun vereceği azaptan gafil bir insana dönüştürür. Bunun ardından da Allah rızası için göstermesi gereken birçok güzel ahlak özelliğini, bir ticaret konusu gibi, kendisine dünyevi çıkarlar sağlaması ve birtakım fırsatları önünü çıkarması için kullanmaya başlar. İnsanlara tapınma dininde her insan bu kurallara ayarlı bir hayat sürer. İlerleyen satırlarda bu bozuk mantıklar günlük hayattan örnekleriyle anlatılacaktır. “Desinler” Kuralı Cahiliye toplumunda insanlar kendilerini sürekli olarak, “insanların diyecekleri, dedikleri, demeleri gerekenler” mantıklarına bağımlı olarak yaşamak zorunda hissederler. Bunun sonucunda Allah’ı düşünmekten, güzel ahlaka yönelik eylemlerde bulunmaktan uzaklaşırlar. Düşünceleri, din ahlakından ve dinin getireceği huzurdan uzaktır. Büyük bir karmaşa ve çekişmenin bulunduğu doğruların yanlışların birbirine karıştığı bir kaos ortamının içine düşerler. Bu çarpık mantığa göre hakimiyet ve kural koyma yetkisi sadece insanların elindedir. Allah’ın emir ve yasakları insanların hayatından tek tek çıkarılmıştır. Bu nedenle hak din ahlakının gereklerini hayatına sokan, Allah’ın rızasından başka hiçbir gücün kanaatine önem vermeyen bir kişi, hemen dikkat çeker ve cahiliye insanlarının olumsuz tavırları ile karşılık görür. Ancak elbette ihlas sahibi bir insan bu olumsuz tavırlara hiç önem vermez, çünkü tek amacı dünyada Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır. Ancak insanlara tapınma dininin “insanlar ne der, ne konuşur, ne düşünür” gibi kıstasları, iman olarak zayıf olan bazı insanları da etkisi altına alabilir. Bu ise, Kuran ahlakını tam yaşayamamalarına, anlayış ve tavır olarak gerçek Müslümanlardan çok, bu batıl dinin mensuplarına benzemelerine neden olur. Bu kişiler “hayatın gerçekleri” aldatmacasının yoğun etkisi altında, yaşamları boyunca dinin tam içine girmeden sapkın bir anlayış içinde yaşarlar. Kuran’da imana karşı kalplerinde hastalık bulunan bu insanların durumu şöyle açıklanmaktadır: Arada bocalayıp dururlar. Ne onlarla, ne bunlarla. Allah kimi saptırırsa, artık sen ona yol bulamazsın. (Nisa Suresi, 143) Bulaşıcı bir hastalık gibi insanları etkisi altına alan bu batıl din, zayıf bir irade ve kişiliğe sahip bu insanları, Allah’ı anmaktan, O’nun rızasını gözetmekten uzaklaşmış insan kitleleri haline getirir. Ancak içinde bulundukları bu hatalı anlayış, çoğunluğun etkisiyle kendilerine o kadar makul görünür ki, bunun içinden çıkmak için bir çaba harcama ihtiyacı dahi hissetmezler. Bu nedenle gerek kendi mensuplarını gerekse de imanı zayıf olan bazı kişileri etkisi altına alan bu batıl dinin temel mantıklarını örneklerle anlatmakta yarar vardır. Böylece insanlar içinde bulundukları çarpık ruh halini teşhis edebilecek ve samimi olanlar bu batıl dinden Allah’ın izniyle kurtulabileceklerdir. İlerleyen sayfalarda, insanlara tapınma dini içindeki “desinler” mantığının ortaya çıkardığı yanlış kalıplardan bazılarını örneklendireceğiz. “İyi Huylu” Desinler Kuran’da güzel ahlaklı olmanın önemi birçok ayette vurgulanır. Peygamberlerin güzel ve yumuşak huylu olduklarından, kötülüğe iyilikle karşılık veren, sabırlı, dirayetli, Allah korkuları yüksek insanlar olduklarından bahsedilir. Örneğin Hz. İbrahim, samimi olarak Allah’a yönelmiş, güzel ahlakıyla öne çıkmış bir peygamber olarak şöyle tanıtılır: Doğrusu İbrahim, yumuşak huylu, duygulu ve gönülden (Allah’a) yönelen biriydi. (Hud Suresi, 75) Tüm peygamberlerin ve salih müminlerin ahlaklarının temelini, Allah’a olan derin teslimiyetleri oluşturmaktadır. Müminler, sadece Allah’a kulluk eden, O’nun rızası dışında başka hiçbir varlığın rızasına değer vermeyen insanlardır. Asıl önemli olan tüm kainatın Yaratıcısı olan Allah’ın beğendiği ahlak güzelliğine sahip olmaktır. Bu nedenle güzel huylu olmalarının temelinde de Allah’ın beğenisini kazanma amacı yatar. Oysa cahiliye insanı için sistem bunun tam tersi yönde işler. İnsanlara tapınma dini içinde yaşayan bir kişi, kurallarını ezbere bildiği bu batıl dinin gereklerini yerine getirerek, kendi deyimleri ile “insanların nabzına göre şerbet vererek” yaşamanın doğru olduğunu zanneder. İyi huylu bir karakter gösterse bile, bunun temelinde, etkilemek istediği insanların hoşnutluğu, elde etmek istediği maddi değerler gibi yine kendi özel çıkarları vardır. Bu amaçlarına ulaşmak ve istediği çıkarları elde etmek için de elinden gelen en yüksek gayreti gösterir. Neredeyse hiç hatasız denecek şekilde güzel huylu olur. Örneğin bulunduğu ortam gerektiriyorsa, fakirlere yardım eder, merhamet gösterileri yapar, dürüstlüğün insanoğlu için ne kadar önemli bir fazilet olduğunu etrafına anlatır. Mütevazi bir kişilik sergiler. Kötülüğün insanlığa nasıl büyük zararlar getirdiğini vurgulayan konuşmalar yapar. Son derece neşeli, sevgi dolu ve sabırlı görünür. İnsanlar da bu görüntü karşısında ona güvenirler, sevip kendisini dost edinirler. Ne kadar iyi huylu bir insan olduğunu etraflarındaki diğer insanlara anlatırlar. Ne tür yardımlar yaptığından, fakir bir çocuk gördüğünde ne kadar merhametli davrandığından yoldaki yaşlıya nasıl saygı gösterdiğine kadar yaptıklarını tek tek örneklendirirler. Yolda bulduğu cüzdanı karakola teslim ettiğini, ayağı ağrımasına rağmen otobüsteki yerini hamile bir kadına verdiğini, geç saate kadar işte kalıp çalışmış olmasına rağmen ertesi gün tam saatinde işine geldiğini ve yorgunluğunu hiç belli etmediğini dilden dile aktarırlar. O kişi de sırf insanlar kendisi için “güzel huylu, çalışkan, merhametli, dürüst” desinler diye bunları büyük bir özveri ile yapar. Başka bir kişi bayram günlerinde yaşlılar yurduna giderek oradaki insanlara küçük hediyeler verir. Kimsesiz çocuklar için yaptırılan bir yuvaya çeşitli eşyalar hediye eder. Sonra bu yaptıklarına başka insanların şahit olması için yakın çevresinde uygun bir şekilde bu yaptıklarını anlatır. Adeta kendi reklamını yapar. Ya da bir hastanenin belli bir bölümünün yenilenmesi için büyük bir bağış yapar. Elbette buraya kadar verdiğimiz örnekler gerçekten güzel fiillerdir. Ama unutulmamalıdır ki tüm bunlar ancak Allah’ın hoşnutluğu için yapıldığı takdirde bir anlam ifade edebilir. Eğer insanlardan övgü almak, takdir toplamak amacıyla yapılır, “iyi, cömert, vicdanlı” desinler gibi bir niyet taşınırsa, bu durumda kısa bir dünyevi çıkar dışında kişiye sağlayacağı kazanç da olmaz. Çünkü şartlar zorlaşıp, kişi bu huylarından dolayı zarar görmeye ya da karşılık görmediğini anlamaya başladığında bu iyiliklerini hemen terk edebilir. Ama Allah rızası için yapılanlar kalıcı ve süreklidir, hiçbir şarta ve ortama bağlı olmadan sürdürülür. Üstelik insanın hatasından dönüp niyetini düzeltmesi son derece kolaydır. İnsanlara tapınma dinine uymanın, kendisine zarardan başka bir şey getirmeyeceğini anlayan insanın tek yapması gereken tevbe edip, Allah’ın hoşnutluğuna niyet etmesidir. Bu, bir anlık bir karardır ve o andan sonra kişi niyetini bozmadıkça yaptığı güzellikler de boşa gitmez ve kendisi için bir ecir olarak Allah Katında yazılır. Önemli olan insanın Allah’tan korkması ve O’nun isteklerini yerine getirmeye niyet etmesidir. İnsanın Allah’ın kudretini tanıma ve O’ndan gereği gibi korkma konusunda kararlı olması da çok önemlidir. Çünkü Allah korkusu olmayan bir insanın ne yapacağı, ne gibi kararlar vereceği belli değildir. Bu kişi, iyilik yaparken çıkarları gerektirirse bir anda kötü huylu bir insana dönüşebilir. Bu davranışından dolayı Allah’tan kötü bir karşılık alabileceğini aklına getirmez. Bir hafta bambaşka bir karakter sergilerken ikinci hafta o karakterinden eser kalmayabilir. İnsanlara tapınma dininin kuralları gereği kötülüğe kötülükle, adaletsizliğe adaletsizlikle karşılık vermeye başlayabilir. İnandığı batıl dinin acımasız kanunlarını kendisi de uygulamaya başlar. Çünkü daha önce de söylediğimiz gibi bu batıl dinde sözde ilah kabul edilen ve rızası gözetilen, sadece insanlar olduğundan (Allah’ı tenzih ederiz) vicdan mekanizması da insanlara ayarlı şekilde işler. Bu nedenle de Allah’ın insanlardan nasıl bir ahlak istediğinin hiçbir önemi olmaz. Oysa Müslümanlar karşılarında kötülük yapan, adaletsizlikle hükmeden insanlara, acımasız, zalim, vicdansız kişilere de güzel ahlakla karşılık verirler. Hiçbir şartta Allah’ın razı olacağı güzel davranışları terk etmezler. Dolayısıyla iman edenlerin güzel ahlaklarında hiçbir zaman aksi yönde bir farklılaşma ya da gerileme olmaz, daima itidalli ve insaniyetlidirler. Çünkü onların hayat amacı, Allah’ın sevdiği kullardan olma temeli üzerine kuruludur. Allah Kuran’da bu ahlakı insanlara şöyle açıklamaktadır: Ve onlar-Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu (ahiret mutluluğu) onlar içindir. (Rad Suresi, 22) “Zengin, Cömert, Para Harcamayı Sever” Desinler İnsanlara tapınma dini içinde insanların zenginliklerine çok fazla önem verilir. Bu batıl dine göre zenginlik güç demektir. Bu gücü elinde bulunduran da toplumda son derece kayda değer bir takım imtiyazlara sahip olmalıdır. Nitekim en zengin kişi en çok rağbet gören, en çok dostu olan, en özenilecek kişi olarak tanımlanır. Böyle bir kimse zenginliğin, sözde tüm kapıları kendisine sonuna kadar açacağını zanneder. Bu nedenle toplum içindeki kimi insanlar bu yönlerini ön plana çıkarmak için yoğun gayret sarf ederler. İnsanların kendileri hakkında, ne kadar zengin ve para harcamayı seviyor diye düşünmeleri için birçok girişimde bulunurlar. Zenginliklerini ortaya koyacak harcamalardan asla kaçınmazlar. İnsanların bu konudaki kanaatlerini iyice sağlamlaştırmak için zenginliklerini vurgulayacak giyim, araba, ev gibi her türlü harcamada cömert ve hatta kimi zaman müsrif davranırlar. Evlerinin dekorasyonunu, zenginlerin özellikle de sosyetenin değer vereceği ölçülerde yapmaya özen gösterirler. Sosyete o yıl dekorasyonda yeşili tercih ediyorsa hiç beğenmeseler bile onlar da yeşili kullanır, kırmızı modaysa kırmızıyı tercih ederler. Hiçbir yönleriyle onlardan eksik kalmak istemezler. Bunu adeta bir gurur meselesi haline getirirler. “Desinler, düşünsünler” mantığının etkisi altında, tüm hayatlarını, zenginliklerini vurgulayacak eylemler yaparak geçirirler. Yaz tatillerini o senenin en moda tatil kampında, kış tatilini en moda kayak merkezinde geçirirler. Çocuklarını yurt dışında okutur, kıyafetlerini belirli ülkelerden getirtirler. İçinde bulundukları çevreler “onların da var” desinler diye en pahalı yatı alır, kendileri binmeseler de bir limanda demirleyip insanlara sergilerler. En çok nisbet yapmayı istedikleri insanları bu yatlarla gezdirirler. En pahalı içecekleri, en pahalı yiyecekleri ikram ederek hiçbir konuda onlardan geride kalmadıklarını iyice vurgularlar. Elbette insanın imkanı varsa ve zevk alıyorsa yukarıda saydığımız fiilleri yapmasının bir sakıncası yoktur; aksine eğer bunları gerçekten istediği için yapıyorsa bunlar birer nimet ve güzelliktir. Ama burada söz konusu olan bazı insanların taşıdıkları çarpık mantıktır. Bu gibi insanların elde etmeyi istedikleri tek bir amaç vardır: O da kendileri için “zengin, cömert, para harcamayı sever” denmesi. Bunu duymak, o kişilerde nefsani tatmin sağlar, morallerini yükseltir, motivasyonlarını artırır. Tersinde ise allak bullak olurlar; tüm moralleri bozulur, karamsarlığa kapılır, hiçbir şeyden zevk alamazlar. Oysa aynı kişilerden, bu gayreti din ahlakının insanlara anlatılması, Allah’a iman edenlerin sayısının artması için göstermeleri istense büyük bir olasılıkla bu teklifi hemen geri çevirirler. Çünkü cahilce bir mantıkla hareket ettikleri için, Allah’ın rızasını kazanmak, insanların rızasını kazanmak kadar kendilerine cazip gelmez. Bunda dünyevi çıkar sağlayacakları, içinde yaşadıkları toplumu etkileyecekleri, onların övgüsünü kazanacakları bir yön bulamazlar. Oysa insan ahiret günü tüm sahip olduklarını arkasında bırakacak ve Rabbimizin huzuruna tek başına çıkacaktır. Rızalarına son derece önem verdiği, adeta ilah olarak gördüğü, gözlerine girmek için elinden gelen tüm gayreti sarf ettiği insanları ise arkasında bırakacaktır. Bu insanların hiçbiri, ona ufak da olsa bir yardımda bulunamayacak, kendisini Allah’a karşı koruyamayacaklardır. Allah bu batıl dinin mensubu olan insanlara ahirette karşılaşacakları durumu şöyle haber vermektedir: Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de) ‘teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)’ Bize geldiniz ve size lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun, aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 94) “Onun Arkadaşı” Desinler Bu batıl din içinde yaşayan insanlar yaşadıkları sosyal çevre içinde güzel, yakışıklı, zengin ya da ünlü olduğu için bir kişiyi arkadaş edinirler. Onlar için bu kişinin ahlakının hiçbir önemi yoktur. Örneğin çok güzel bir kızın arkadaşı olarak bilinmek için o kızın tüm kaprislerine boyun eğer. Etrafında sükse yapmak, kendisi için, o kızın en yakın arkadaşı dedirtmek için çaba sarf eder. Onunla birlikte görülmek için çaba harcar. Aynı durum, zengin biriyle arkadaşlık yapan bu zihniyetteki kişi için de geçerlidir. Onunla konuşuyor ya da aynı masada oturuyor olmak, birlikte gülmek, o kişinin kendisine adıyla hitap edecek kadar yakın olması, kendisine espri yapması, telefon açması, evine gelmesi ya da o kişinin arabasına binerken insanlar tarafından görülmesi gururunu okşar. İnsanların onun hakkında “o zengin kişinin arkadaşı, ne kadar güzel, ne kadar şanslı” dediklerini düşündükçe bunun dünyadaki en önemli başarılardan biri olduğunu zanneder. Kendini o kişiyle arkadaş olduğu için çok önemli bir insan gibi hisseder. Bu nedenle de onun tüm kaprislerine, kimi zaman zalimliğine ve bencilliğine sırf insanlar “onun arkadaşı” diye bilsinler diye katlanmayı göze alır. Oysa insanın, dostluklarını Allah rızası temeli üzerine kurması gerekir. Çünkü insan aradığı güç ve onuru ancak Allah’a kulluk ederek kazanabilir. Kuran’da insanların aradığı tüm güç ve onurun Kendisine ait olduğunu Allah şöyle bildirmektedir: Onlar, mü’minleri bırakıp kafirleri dostlar (veliler) edinirler. ‘Kuvvet ve onuru (izzeti)’ onların yanında mı arıyorlar? Şüphesiz, ‘bütün kuvvet ve onur,’ Allah’ındır. (Nisa Suresi, 139) Yukarıda bahsettiğimiz amaçlar gözetilerek kurulan dünyevi dostluklardan ise kişi ancak, zarara uğramış ve küçük düşmüş olarak çıkabilir. İnsanların dikkatini çekmek, arkasından gıpta ile konuşmalarını sağlamak için kurduğu bu dostluklar hiçbir beklentisine gerçek anlamda cevap veremez. Karşısındaki insan Kuran ahlakını yaşamadığı sürece ondan gerçek bir dostluk, yakınlık, vefa, sadakat göremez. Dünyada birtakım çıkarlar elde etmiş görünse de, Kuran ahlakından uzak bir arkadaş, insanın ahirette büyük bir kayba uğramasına neden olur. Allah bu gerçeği Kuran’da şöyle bildirir: Gerçekten bunlar, onları yoldan alıkoyarlar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanırlar. Sonunda Bize geldiği zaman, der ki: “Keşke benimle senin aranda iki doğu (doğu ile batı) uzaklığı olsaydı. Meğer ne kötü yakın-dost(muşsun sen).” (Zuhruf Suresi, 37-38) “Her Zaman En Doğrusunu O Bilir” Desinler İnsan aciz bir varlıktır ve Allah’ın kendisi için belirlediği kaderin dışına çıkması imkansızdır. Çünkü kainattaki herşey Allah’ın belirlediği kader doğrultusunda varlığını sürdürmektedir. Allah Kuran’da Kamer Suresi’nde “Hiç şüphesiz, Biz herşeyi kader ile yarattık” (Kamer Suresi, 49) ayetiyle bu gerçeği bildirmektedir. İnsan, Allah nasıl belirlemişse o şekilde yaşayabilir. Örneğin nerede ne hata yapacağı veya nerede başarılı olup nerede başarısız olacağı önceden bellidir ve zamanı geldiğinde bunları an an yaşar. Her ne önlem alırsa alsın bu kaderin dışına çıkamaz. Eğer 500 kere aynı hatayı yapacağını Allah kaderinde belirlemişse, her ne yaparsa yapsın bu sayının ne bir altına ne de bir üstüne çıkmayı başarır. Tam 500 kere aynı hatayı tekrarlar. Böyle bir durum söz konusu iken, insanın hala hayatı boyunca herşeyin en doğrusunu yaptığını, en doğrusunu bildiğini iddia etmesi akılcı bir düşünce olmaz. Ancak Allah inancı olmayan ve tüm kainatın tesadüfler sonucu var olduğu yanılgısına kapılmış bir insan bu apaçık gerçeği kabullenemez. Bunun bir sonucu olarak da insanları etkilemenin kendi elinde olduğunu düşünür. Bu çarpık inanç onu insanlara kendini ispatlamak için büyük bir çaba harcamaya iter. Öyle zekice davranmalıdır ki, herkes herşeyin en doğrusunu onun bildiğini düşünmelidir. Örneğin bir kişi ekonomi konusunda iddialıysa, “o ekonomi ile ilgili herşeyi bilir” denebilmesi için, bu konuda kendisine sorulan her soruya doğru cevap vermesi gerekmektedir. Bunun için de gece gündüz demeden çalışması, okuması, gündemi takip etmesi zaruridir. Ya da tarih konusunda iddialı bir kişi ise, dünya siyasi tarihinde yeri olan önemli bir olayın tam tarihini, kimler arasında yaşandığını detaylarıyla bilmek zorundadır. Bunun için de yine senelerce çalışması gerekmektedir. Sadece bunlar da değil, eğer spor konusunda iddialı bir insansa her gün saatlerce antreman yapması, her yarışmayı kazanması, bunun için gerekirse sosyal hayatını, arkadaşlarını, ailesini ikinci plana atması gerekmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki tüm bunlar dünyaya yönelik çabalardır. Elbette bu çabayı göstermek, dünyada başarılı olmak da güzeldir. Ama bu başarıyı elde etmek için Allah’ın rızası unutuluyorsa, bunun o insana getireceği sonuç zarardır. İnsan bu dünyada belirli bir başarıya ulaşsa bile, ahirette Allah’ın razı olacağı şekilde yaşamadığı için -Allah’ın dilemesi dışında- ahirette sonsuza kadar kaybedecektir. Üstelik insan Allah’ın huzurunda çok aciz bir konumdadır. Hayatı boyunca herhangi bir alanda çok başarılı olan bir insan, günün birinde ummadığı bir olayla karşılaşarak bu başarısını kaybedebilir. Örneğin dünya siyaseti konusunda çok bilgili, her an kendisine danışılan bir insan, günün birinde geçirdiği bir rahatsızlık sonucu hiçbir şey hatırlamayan, aciz bir insan konumuna gelebilir. Ayrıca insan unutmamalıdır ki, Allah’ın sonsuz bilgisi karşısında kendi bilgisi bir hiçtir. Çünkü insanın sahip olduğu tüm bilgiyi kendisine öğreten de Allah’tır. Unutulmamalıdır ki ” … her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardır.” (Yusuf Suresi, 76) En üstün ve mutlak bilgi sahibi olan ise, yüce Rabbimizdir. Bu yüzden herşeyin en iyisini bilme, istediği alanda çok başarılı olma iddiasında olan bir insan bu konuda gösterdiği çabanın yanında Allah’ın razı olacağı, güzel ahlaklı bir kul olabilmek için çalışmalıdır. Gerçek kurtuluş ancak bu şekilde mümkün olabilir. “Her Ortama Uyar” Desinler Kitabın başından beri üzerinde durduğumuz gibi, cahiliye toplumunda bir insan, kendini, içinde yaşadığı sosyal çevrenin kurallarına ve yaşam tarzına uymak zorunda hisseder. O çevre kendisinden ne yapmasını istiyorsa, karşılarında nasıl bir insan modeli görmek istiyorsa bunu yapmak için çaba harcar. Çoğu zaman Kuran ahlakına ters düşen veya kendisine zarar verecek şeyleri yapmaktan çekinmez. İnsanlara tapınma dininin adeta bir ibadeti hükmünde olan “her ortama uyar” desinler mantığına ters düşmek istemez. Örneğin efendi karakterli bir genç, grup arkadaşları dejenere ve saygısız ise, kendisi böyle olmadığı halde onların hayatına uyum sağlamaya çalışır. Grubundan dışlanmamak, onların tabiri ile “geri kafalı”, “anne kuzusu” gibi ithamlarla yüzyüze gelmemek için karakterinden tavizler vermeye başlar. Ya da arkadaşları sigara içiyor diye, sağlığına zarar vereceğini bile bile o da sigara içmeye başlar. Hatta kimi zaman bir kişi Allah’a iman ettiği halde, içinde yaşadığı çevre dindar olmadığı için onlara kendini çok farklı tanıtır. Bu çevreden dışlanmamak için ibadetlerini yapmamaya başlar. Oysa bunların tümü insanların rızasını kazanmak, onları hoş tutmak için yapılmaktadır. Bunu yapan kişilerin dünyada ve ahirette uğrayacakları zararı mutlaka düşünmeleri, Allah’a hesap verecekleri günden korkup sakınmaları gerekmektedir. Sosyal çevreye uyum sağlama bahanesi ile, doğruları terk etmek, ahlaksızlıklara göz yummak toplumsal açıdan da büyük bir tehlikedir. Özellikle gençler arasındaki ahlaki dejenerasyonun temelinde bu bozuk mantık yatmaktadır. Bu çevrelerde uyuşturucu kullanan, alkol tedavisi gören ya da fuhuş yaparak hayatını kazanan insanlara bu durumlarının nedeni sorulduğunda öne sürdükleri en önemli mazeretlerden biri, çevrelerine ayak uydurmak için böyle bir yola yönelmek zorunda kaldıklarıdır. Oysa Allah Katında, insanların başka insanlara karşı böyle bir sorumlulukları yoktur. Allah insanları sadece Kendi rızasını gözetmeleri ve Kuran ahlakının hükümlerine uymaları konusunda sorumlu tutmaktadır. Bunun dışındaki amaçlarla yapılan her türlü hareket insanları sadece kötü yola sevk eder, yaratılışına aykırı eylemler içine girmesine neden olur. Tüm hayatı büyük bir vicdan azabı içinde, sıkıntı çekerek tükenir. Kuran’da Allah kötü arkadaşlar edinenlerin bu durumunu şöyle açıklamaktadır: Allah’tan başka, kendisine ne zararı dokunan, ne yararı olan şeylere yakarır. İşte bu, en uzak bir sapıklıktır. (Ya da) Zararı, yararından daha yakın olana tapar; ne kötü yardımcı ve ne kötü yoldaştır. (Hac Suresi, 12-13) Buraya kadar insanlara tapınma dininin “desinler” kuralının bazı temel başlıklarını ele aldık. Ancak söz konusu batıl dinin içeriği elbette bunlarla sınırlı değildir. Bu batıl dinin içinde yaşayan insanın neredeyse attığı her adım insanların kendisi için iyi şeyler düşünmeleri, kendisinden razı olmaları temeli üzerine kuruludur. Kişilerin kafası tamamen bu mantıkla kuşatılmış olduğundan, yaşamının her anı bu çaba ile sürer. Ancak aynı toplumda yaşasalar da samimi iman sahipleri bu cahiliye dininin mensuplarından farklıdırlar. Onlar aynı işleri yapıyor görünseler de, niyet olarak insanlara değil Allah’a yönelmişlerdir. Onlar, insanların hiçbir gücü olmadığını, tüm gücün Allah’ın olduğunu kavramışlardır. Onlar da insanları memnun edecek davranışlarda bulunabilirler; ancak bunu yaparken de Allah’ın rızasını kazanmayı amaçlamışlardır. Allah’ın emrettiği gibi insanlara karşı güzel ahlak gösterirler; bu da hem Allah’ın rızasını kazandırır hem de insanların hoşnut olmasını sağlar. “Demesinler” Kuralı “Desinler” mantığında olduğu gibi “demesinler” mantığında da ortaya konan ölçü, insanların düşüncelerini olumlu yönde etkileyebilmektir. Burada da kimi insanların Yaratıcımızın hoşnutluğunu, dünyada bulunuş amaçlarını unutup, yaratılmışların rızasını ana hedef edinmiş olmaları söz konusudur. Bu zihniyetteki bir insan, çevresindekiler “bir arabası bile yok, kendine ait bir evi bile yok” demesinler diye çok fazla çalışır. Yaşadığı toplumda makbul görülen mal-mülk neler ise onları elde etmek için adeta tüm hayatını bu işe adar. Eğer söz konusu kişi bir iş yeri sahibiyse, bu sefer de çevresine karşı otoriter görünmeye çalışır. Diğer insanlar, “emri altındakilere bile söz geçiremiyor” demesinler diye iş yerindeki çalışanlara karşı sert bir kişilik gösterir. Bir başkası ise arkadaşları kendisi için “hiç titiz değil, üstelik beceriksiz” demesinler diye başka zamanlarda temizliğine dikkat etmediği evini, onlar her geldiğinde çok detaylı temizler. Çeşit çeşit yemekler yapar. Ama arkadaşlarının görmeyeceği ortamlarda bunlara hiç dikkat etmez. Veya bir insan çevresindekiler kendisine “cahil, hiç kültürü yok” demesinler, aralarına alsınlar diye kütüphanesini okumadığı ve okumaya niyetli olmadığı kitaplarla doldurur. Ya da yaz tatiline gittiğinde sırf insanlar onun için “onu hiç kitap okurken görmedik” demesinler diye eline kitap alır, okur gibi yapar. İnsanlara tapınma dininin mensubu olan bir kişi, kendini, içinde yaşadığı sosyal çevrenin kurallarına uymak zorunda hissettiğinden onların ilgilendikleri konularla da ilgileniyormuş gibi yapar. Örneğin sosyetik bir çevrenin içinde ise pek hoşlanmadığı halde verilmiş bir ev ödevi gibi resim sergilerine gider, müzayedelere katılır, araba yarışlarını seyreder, piyano çalmayı öğrenir. Sadece bu insanlar onu kendi aralarına alsınlar, dışlamasınlar ve kendisi ile ilgili olarak, “çevremize uymuyor, aykırı ve uyumsuz bir insan, sonradan görme, onu sevmiyoruz” demesinler diye kendini gerçekte hoşlanmadığı faaliyetlerde bulunmaya zorlar. (Elbette bunları zevk alarak yapıyorsa bunda yanlış bir yön yoktur; burada kastedilen kişinin samimiyetsizce, yapmacık bir tavırla hoşnut olmadığı halde zevk alıyor görünmesi ve kendini hoşlanmasa da bunları yapmaya mecbur hissetmesidir.) Bu sayılanlar cahiliye toplumlarında yaşanan binlerce örnekten sadece birkaçıdır. Kuran ahlakını yaşamayan her toplumda, her çevrede, her şehirde, her okulda bu örneklerin farklı çeşitlerine rastlamak mümkündür. Bu mecburiyet hissi sonucunda insan kendini birbirleriyle uyumları olmayan, birbirleriyle geçinemeyen sayısız insanın ve kuralın içinde bulur. Kendisini bir çıkış yolu olmayan, kabusa benzer bir hayatın içinde yaşamaya mahkum eder. Üstelik uyması gereken kurallar kendi içinde de son derece çelişkilidir. İnsanların fikir ve istekleri genellikle bir diğerininkiyle aynı olmaz. Çünkü ortada, bu insanların fikirlerini ortak bir noktada birleştirecek, tüm insanların fıtratlarına cevap verecek akılcı bir kural yoktur. Bu nedenle de insanlara tapınma dinine uymak için çaba gösteren bir insan hiçbir zaman istediğini elde edemez, ve çevresindeki herkesin hoşnutluğunu aynı anda kazanamaz. Birini memnun edecek bir şeyi yaptığında, bu, diğerinin hoşnutsuzluğuna neden olabilir. Kısacası bu batıl dinin insan hayatına getirdiği sistem tam bir kısır döngüdür. Oysa Allah rızasına uyan insanlar bu tür karmaşık durumlarla muhatap olmazlar. Amaçları yalnızca Allah’ı razı etmek olduğu için böyle zorluklar altına girmezler. Allah insanlardan kendi fıtratlarına tam anlamıyla uygun bir hayat yaşamalarını ister. Rabbimiz birbirleriyle uyum içinde yaşayacakları, dünyada da ahirette de huzur bulacakları hayata yönlendirecek bir rehber olarak Kuran’ı göndermiştir. Kuran ahlakını yaşayanlar, yalnızca Allah’a yönelmenin sınırsız özgürlüğüne sahip olurlar. Hayatlarında karmaşaya, kararsızlığa, çelişkiye yer yoktur. Her zaman vicdanları ile doğruyu anlar ve en güzel davranışlarda bulunmaya gayret ederler. Bundan dolayı da manen tatmin bulmuş, huzurlu, mutlu ve daima olumlu bir ruh haline sahip olurlar. Kuran’da bu iki insan grubunun durumu şöyle bir örnekle karşılaştırılmaktadır: Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah’ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29) Allah’ın ayette bildirdiği gibi insanlar içinde Allah’ın rızasını gözetenlerle, birbirleriyle hiçbir uyumları ve ortak noktaları olmayan insanların getirdiği kurallara uyanların yaşayışları bir olmaz. Yalnızca Allah’a iman eden insanlar emirlerini sadece Allah’tan aldıkları ve O’nun kitabına uydukları için aralarında bir anlaşmazlık ya da tartışma konusu olmaz. Bu nedenle de “desinler”, “demesinler”, “düşünsünler”, “düşünmesinler” gibi cahiliye saplantılarına kapılmazlar. Derin düşünür ve asıl olanın dünya ve buradaki insanların hoşnutluğu değil, ahiret hayatı ve Rabbimizin hoşnutluğu olduğuna iman ederler. Allah başka bir ayette de insanlara, Kendisinden başka Rabler edinmenin büyük bir hata olacağını şöyle hatırlatmıştır: De ki: “Siz, Allah’ın dışında taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Bana haber verin; yerden neyi yaratmışlardır? Ya da onların göklerde bir ortaklığı mı var? Yoksa Biz onlara bir kitap vermişiz de onlar bundan (dolayı) apaçık bir belge üzerinde midirler? Hayır, zulmedenler, birbirlerine aldatmadan başkasını vadetmiyorlar. (Fatır Suresi, 40) Ancak cahiliye hayatı içinde yaşayan insanlarda -daha önceki sayfalarda detaylı olarak açıkladığımız gibi- bu inanç yerleşmemiştir. Bu durum onları bir yandan “desinler” ve “demesinler” kuralları içinde yaşamaya mahkum ederken bir taraftan da bazı yanlış tavırların içine iter. Bu tavırları şöyle sıralayabiliriz: Yalan Söylemek Kendisini insanlara göre ayarlayan bir kişi yaptığı hataları gizlemek için yalan söylemek zorunda kalacaktır. Çünkü insanlara tapınma dininde kişi kendini olabildiğince hatasız ve kusursuz göstermek durumundadır. Fakat insan olmasının gereği olarak, sık sık hata yaptığı ve toplum kıstaslarına göre kusurlu yönleri olduğu için bu yönlerini ancak yalanlarıyla örtebileceğini düşünür. Sonuçta kendini olduğundan farklı göstermek için sürekli olarak yalan söyleyerek insanları kandırmaya başlar. Örneğin yeni bir okula giren bir genç, orada istediği arkadaş çevresine kabul edilmek için kendisini çok zengin, iyi bir aileden gelen, çok fazla imkana sahip biri olarak tanıtır. Her konuşmasında bu yönünü vurgulayacak açıklamalar yapar, tatillerini yurtdışında geçirdiğine, en pahalı mekanlarda bulunduğuna dair yalanlar söyler. Oysa tüm bunları sadece okul arkadaşlarını etkilemek için uydurmuştur. Gerçekler ortaya çıktığında bu kişinin orta gelirli bir ailenin oğlu olduğu, hiç yurtdışına gitmediği öğrenilir. Ancak, insanlara tapınma dininin gerekleri bu kişiyi böyle bir yalan söylemeye itmiştir. Kendisi için, “iyi imkanlara sahip, iyi bir aileye mensup” densin diye tüm bunları ortaya atmıştır. İnsanları kandırmış ve kendine, toplumun beklediği ölçülere uygun sahte bir kimlik vermiştir. Bu sırada, her uydurduğu yalandan Allah’ın an an haberdar olduğunu ve bunların her biri için zamanı geldiğinde Rabbimize hesap verebileceğini düşünmemiştir. Bu tip örneklere toplum içinde çok sık rastlanmaktadır. Günümüzde çok sayıda insan kendisini olduğundan başka göstermek, büyütmek, vasıflandırmak amacıyla yalana başvurmaktadır. Oysa salih Müslümanlar Allah’ın her yapılanı gördüğünü, insanın yalan söylediği anları bildiğini akıllarından çıkarmazlar. Gerçekleri, diğer insanlardan gizleyebilseler bile Allah’tan gizlemenin mümkün olmadığını çok iyi kavrarlar. Allah Kuran’da bu gerçeği ”… Yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” (İbrahim Suresi, 38) ayetiyle açıklamıştır. Ancak insanlara tapınma dini, çoğunluğun kalbini Allah’tan uzaklaştırarak, onları yalan söylemeye mecbur eder. Bu yaşam şeklini “hayatın bir gerçeği” olarak tanıtır ve ahlaksızlığı adeta doğal bir insani vasıfmış gibi mensuplarına yaşatır. Allah’ın, insanların içlerinde saklı tutup açıklamadıkları şeyleri bildiğini, görmezlikten gelmelerine neden olur. Onları yalana dayalı, samimiyetsiz konuşmalar yapmaya, içlerindeki gerçek hisleri gizleyen samimiyetsiz bakışlar kullanmaya ya da içlerinden hiç gelmediği halde yalana dayalı bir sevgi gösterisi yapmaya zorlar. Tüm bunların sonucunda da dostluklar, arkadaşlıklar ve kurulan tüm diğer insani ilişkilerde yoğun bir samimiyetsizlik hakim olur. Cahiliye dinini yaşayan büyük bir insan kitlesi, Allah’a iman etmenin sağladığı gerçek sevgiyi, yakın dostluğu ve samimiyeti hiç tanımadan hayatını geçirir ve sonunda ölürler. Hiçbir çıkara dayanmayan karşılıksız sevgiyi ve cennet hayatına niyet ederek oluşturulan gerçek dostluğu hayatının tek bir anında bile yaşayamazlar. Gösteriş İçin Yaşamak Cahiliye sisteminde, maddi değerlere, güce, paraya, mülke değer verildiğini gören insanlar, önceki bölümde de örnek verdiğimiz gibi, kendilerini çevrelerine olduklarından çok daha güçlü ve zengin göstermek zorunda hissederler. Bunun sonucunda toplumda, herşeyi ile abartılı yaşayan bir insan modeli ortaya çıkar. Örneğin insanların rızasını kazanmanın peşinde olan bir kişi, kendisi için “herşeyin en iyisine sahip” densin mantığı ile hareket ettiği için normal bir yaşam süremez. Aldığı kıyafetler, evinin dekorasyonu, yaşam tarzı hep gösteriş amaçlı olur. İnsanların arasına katıldığında kendisine özensinler, onun yerinde olmayı istesinler diye olabildiğince abartılı zengin bir görüntü sunmaya itina eder. Konuşmalarında özendirici, karşısındakine gösteriş yapan bir politika izler. İnsanların, gördükleri zenginlik karşısında arkasından konuşmalarını, sahip olduğu nimetlerin dilden dile dolaşmasını amaçlar. Bunun için sürekli sahip olduğu mülklerin çokluğunu ve değerini vurgulayacak konuşmalar yapar; kıyafetlerini en iyi markalardan seçtiğini belli edecek yollar arar; sürekli gözde mekanlarda gezdiğini hissettirecek ortamlar oluşturur. İnsanlara tapınma dininin mensupları gösteriş yapma tutkusu ile dünya hayatlarını gaflet içinde geçirirler. Kuran’da Allah gösteriş hırsının insanları tutkuyla oyalayıp, gerçekleri göremez bir sarhoşluk içine düşürdüğünü şöyle haber vermektedir: (Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi ‘tutkuyla oyalayıp, kendinizden geçirdi.’ (Tekasür Suresi, 1) Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20) Bu gösteriş tutkunu insanların gerçek yaşamları ise, insanlara kanıtlamaya çalıştıklarından çok farklıdır. Bu insanın gerçek hayatına baktığınızda bütün gününü abartıyla döşenmiş evinin en sade ve küçük odasında geçirdiğini, sahip olduğu abartılı kıyafetlerin yerine son derece sade, rahat ve düz kıyafetleri tercih ettiğini görürsünüz. Çünkü onun gösteriş arzusu kendisine karşı değil diğer insanlara yöneliktir. Bu nedenle de insanların kendisini görmediği yerlerde abartılı ve şatafatlı bir hayatı yoktur. Sadece diğer insanlarla beraberken kendini gereksiz bir sıkıntıya sokmakta, gereksiz bir kendini ispat hırsına kapılarak adeta kendi kendine zulmetmektedir. Oysa önemli olan insanın, çevrenin övgüsünü kazanmak için değil Kuran ahlakına ve kendi fıtratına uygun olarak yaşamasıdır. Çünkü fıtrata aykırı bir hayat yaşamak insanı yıpratır ve çabuk yaşlandırır. Kuran ahlakının güzelliğinden uzaklaşmak kişiyi, riyakarca, sırf başka insanları etkilemek için geliştirilen suni tavırlarla yapmacık konuşan, yapmacık davranan, gerçek sevgi ve saygıyı yaşayamayan, samimiyetsiz biri haline getirir. Bu karaktere sahip bir kişi ise hayatı boyunca rahat edemez, huzurlu ve mutlu olamaz. Bu da, Allah’ı unutup O’nun kullarına kulluk etmeye çalışan bir insana Rabbimizin dünyada verdiği manevi bir azap olur. Ahiretteki azaplarının ise zillet ve pişmanlık olduğu ayetlerde şöyle bildirilir: Kötülükler kazanmış olanlar ise; her bir kötülüğün karşılığı, kendi misliyledir. Bunları bir zillet sarıp kaplar. Onları Allah’tan (kurtaracak) hiçbir koruyucu yok. Onların yüzleri, sanki bir karanlık gecenin parçalarına bürünmüş gibidir. İşte bunlar ateşin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır. O gün, onların tümünü bir arada toplayacağız, sonra şirk katanlara: “Yerinizden ayrılmayınız; siz de, şirk koştuklarınız da” diyeceğiz. Artık onların arasını açmışızdır. şirk koştukları derler ki: “Siz bize ibadet ediyor değildiniz. Bizim ile sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. Gerçekten biz, sizin ibadetinizden habersizdik.” İşte orada, her nefis önceden yaptıklarıyla imtihana çekilmiş olacak ve onlar asıl-gerçek mevlaları olan Allah’a döndürülecekler. Yalan yere uydurdukları da, kendilerinden kaybolup uzaklaşacaklar. (Yunus Suresi, 27-30) Samimiyetsizlik Önceki bölümlerde de belirttiğimiz gibi insanlara hoş görünme isteğinin cahiliye insanında ortaya çıkardığı bir diğer tavır bozukluğu da samimiyetsizliktir. Ama bu samimiyetsizlik sadece genel bir özellik olarak değil, kişinin hayatının her anına yayılan bir tavır bozukluğu şeklinde ortaya çıkar. Samimi olamamak yani inandıkları ile ortaya koyduğu tavırların birbirini tutmaması bu insanları şiddetli yapmacıklık, doğal konuşamama, doğal mimiklerin, doğal ses ve bakışın ortaya çıkamaması gibi sorunlarla yüzyüze bırakır. Böyle bir kişi gülerken ruhu bir şeyden zevk aldığı için değil, sadece karşı taraf kendisinden bunu beklediği için güler. Dikkatli görünmenin kendisine olumlu puan toplatacağını düşündüğü ortamlarda, yüzüyle ve konuşmalarıyla dikkatli olduğunu vurgulamaya çalışır. Konuşmaları, aklından geçen gerçek duyguları yansıtmaz. Diğer kişilerle arasına doğal düşüncelerinin anlaşılmasını engelleyecek bir perde çeker. Bu perde onun bir tiyatro oyuncusu gibi rol yapmasını sağlar. Tüm hayatı bu perdenin önünde rol yaparak, ortamına ve kişisine göre kalıp değiştirerek, karşı tarafın beklentilerini karşılamakla geçer. İnsanların her birini Allah’tan bağımsız, müstakil varlıklar olarak gördüğü için hepsinin rızasını kazanmak, hepsinin beklentilerine toplumun kendisine öğrettiği şekilde ezbere cevaplar vermek için çaba harcar. Ancak bu hal cahiliye toplumunda çok yaygın olduğu için insanlar nasıl bir bela içinde yaşadıklarının farkına pek varmazlar. İçlerindeki sıkıntı ve huzursuzluğun kaynağının bu yapmacık karakter olduğunu da düşünmezler. Tüm bu suniliği ve samimiyetsiz hali sadece Kuran ahlakını yaşayan, insanların rızasını aramayan, sadece Allah’a teslim olmuş bir insan teşhis edebilir ve bu tavrın verdiği sıkıcı havanın nedenini çözebilir. İnsanlara tapınma dinine iman edip aynı batıl kuralları benimsemiş olan diğer birçok insan ise tüm bunları “hayatın gerçekleri”, “hayatın insana yüklediği sorumluluklar” gibi ifadelerle kabullenir. Allah, iman eden kullarını samimiyetsizliğin meydana getirdiği bu sıkıntıdan uzak tutar. Onlara, insan fıtratına uygun yaşamanın getirdiği özgürlüğün nimetlerini tattırır. Müminler her nerede ve her kimin karşısında olurlarsa olsunlar, zor veya kolay hangi şartlarla muhatap olurlarsa olsunlar Allah’ın her an yanlarında olduğunu bilirler. Bir mekanda üç kişi iseler burada dördüncü olarak Allah’ın olduğunu bilirler. Kuran’da bu gerçek şöyle haber verilmektedir: Allah’ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç kişiden dördüncüleri mutlaka O’dur; beşin altıncısı da mutlaka O’dur. Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir. Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. şüphesiz Allah, herşeyi bilendir. (Mücadele Suresi, 7) Bu nedenle de asıl korkulması ve razı etmek için asıl çaba harcanması gerekenin Allah olduğuna gönülden iman ederler. Bu güçlü inanç müminlerde, insanların karşısında da olsalar Allah’ın huzurunda olduklarının şuurunda olan samimi, doğal bir tavrı ortaya çıkarır. Onları, her türlü yapmacık konuşma ve tavırdan, samimiyetsiz düşüncelerden ve göstermelik hareketlerden uzak tutar. İnancı Saklama Eğilimi İnsanların dinin gereklerini yerine getirenleri dışladıkları, onlara kendi düşük akıllarınca geri kafalı, çağın gerisinde kalmış insanlar olarak baktıkları batıl bir inanç sistemi içinde Allah’a iman eden bazı insanlar, inancını gizleme ihtiyacı hissederler. Özellikle insanlara tapınma dininin yoğun olarak yaşandığı toplumlarda insanların iman edenlere olan çarpık yaklaşımı birçok kişinin ibadetlerini gizli gizli yapmasına neden olur. İnançlarından dolayı toplum tarafından dışlanacaklarını, işlerini, sosyal statülerini kaybedeceklerini zanneden birçok kişi bu dünyevi kayıplar yerine inançlarından ve dolayısıyla ibadetlerinden tavizler verme hatasına düşer. Çünkü genel olarak, insanların Allah’ı tanımadığı ve din konusunda son derece cahil olunan toplumlarda din, dünyaya kapalılık, çağ dışı olmak ya da dünyadaki her türlü gelişmeye karşı tavır alıp binlerce yıl gerisinde bir hayatın özlemi içinde yaşamak gibi gerçekle hiçbir bağlantısı olmayan tanımlarla eş anlamda tutulur. Dindar insanların da böyle bir dünya görüşüne sahip olduğu ön yargısı hakim olur. Bu yanlış tanımlama insanların dinden ve dindarlardan çekinmesine neden olur. Dolayısıyla kendileri din ahlakını öğrenmekten uzak kalırlar, Allah’a inandıkları halde toplum tarafından bu şekilde bir insan olarak tanınmak istemedikleri için imanlarını gizli tutarlar. İnsanların gerçeği öğrendikleri takdirde kendileriyle olan bağlarını koparacaklarını, bunun sonucunda maddi ve manevi zarara uğrayacaklarını sanırlar. Oysa gerçekten Allah’a iman eden bir insan Kuran’ın özünü kavrar. Allah’ın kullarından neler isteyip neler istemeyeceğini çok iyi bilir. Gerçek Müslümanların, yukarıda yer verilen tanımlardan çok farklı bir anlayış ve kavrayış içinde olduklarını anlar. Din ahlakının insanı fıtratına çevirdiğini, tüm dünya ve ahiret nimetlerini inananların önüne serdiğini anlar. Nitekim Kuran’da Allah insanları cehaletten ve cahilce hükümler vermekten sakındırır. Ayette şöyle buyrulmaktadır: Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdirş (Maide Suresi, 50) Ayrıca Kuran’da müminlerin cahil insanlardan; yani kendilerine anlatılmasına rağmen Allah ve din ile ilgili olarak geçmiş batıl inançlarını bırakmama eğilimi gösteren insanlardan yüz çevirmeleri emredilir. Bunu haber veren ayet şöyledir: Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam’a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199) Ayetlerden anlaşılacağı gibi İslam dini cehaletle fikri olarak mücadele eden bir yapıyı savunur. Bu ruhu almış insanlar sahip oldukları yüksek kültür ve görgünün yanında Kuran’ın ilmine sahip olmalarının etkisiyle diğer insanların kendileriyle ilgili olarak ne düşüneceklerini önemsemezler. En doğru olanı yapmanın eminliği içinde, sadece Allah’ın rahmetini, rızasını ve cennetini kazanmanın isteği içinde olurlar. Sonuç İnsanlar ancak hak din ahlakını yaşayarak sağlıklı bir akıl ve ruha sahip olabilirler. Çünkü din ahlakını yaşamak, insanı dünyevi bağlardan kurtarır. Kişiyi sadece Allah’a ve O’nun hak kitabındaki emirlere karşı sorumlu hale getirir. Bu, insanlar için çok büyük bir kolaylıktır. Allah Kuran’ın birçok ayetinde İslam dininin kolaylığından bahseder, “Ve seni kolay olan için başarılı kılacağız.” (A’la Suresi, 8) şeklinde bildirerek Müslümanların bu kolaylık içinde başarı sağlayacaklarını haber verir. Başka bir ayette de gönderilen elçilerin önemli bir özelliğinin insanların üzerine yüklenen ağırlık ve zorlukları, kuralları, batıl inançları kaldırıp onları özgür kılmak olduğunu haber verir. Kurtuluşa eren insanların da bu emirlere uyan insanlar olacağını şöyle müjdeler: … o, onlara marufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır. (Araf Suresi, 157) Ancak üzerindeki dünyevi zincirlerden kurtulmuş, aklını, cahiliye ürünü olan fikirlerden arındırmış, temiz akıl sahibi bir insan hür düşünebilir. Böyle bir insan diğer insanların düşüncelerinden ve taleplerinden bağımsız olarak yalnızca Allah’ı razı edecek kararlar alabilir. Bunun nedeni, ölçü olarak sadece Kuran’da belirtilen sınırlara uyuyor olmasıdır. Bunun dışında, kitabın başından beri üzerinde durduğumuz gibi, insanların kendisi hakkında ne söyleyeceklerinin, ne düşüneceklerinin ya da hakkında nasıl bir kanaat edineceklerinin bir önemi olmaz. İman eden bir insan için Allah’ın rızasını kazanmaktan, O’nun emrettiği şekilde yaşamaktan başka bir hayat şekli yoktur. İşte bu gerçeği kavrayan salih müminler cahiliye toplumunun batıl dinlerinden biri olan “insanlara tapınma dini”ni hiçbir zaman yaşamazlar. Allah Kuran’da bulundukları toplumun İslam ahlakından uzak yapısından uzaklaşan ve kendilerini Allah’a adayan insanlara dair pek çok örnek vermiştir. Bu şerefe erişmiş topluluklardan biri Kehf Suresi’nde haklarında detaylı bilgi verilen Ashab-ı Kehf’tir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır: Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine iman etmiş gençlerdi ve Biz de onların hidayetlerini arttırmıştık. Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: “Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir; ilah olarak biz O’ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız. şunlar, bizim kavmimizdir; O’ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah’a karşı yalan uydurup iftira düzenden daha zalim kimdir?” (İçlerinden biri demişti ki:) “Madem ki siz onlardan ve Allah’tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın.” (Kehf Suresi, 13-16) Tarih boyunca Kehf Ehli gibi kendini Allah’a adamış, batıl inançlardan ve insanların rızasına yönelik dünyevi tutkulardan kurtulmuş pek çok salih insan yaşamıştır. Bu insanlar arasında en dikkat çeken örneklerden biri de Kuran’da ismi zikredilen mübarek bir insan olan Hz. Meryem’dir. Bir sonraki bölümde Hz. Meryem’in “alemlerin kadınlarına üstün kılınmasını” sağlayan yüksek ahlakına yer vereceğiz.

Kuran’dan Güzel Bir Örnek: Hz. Meryem Karakteri

Kuran’da Allah, Hz. İsa’nın annesi Hz. Meryem’i yalnızca Kendisine yönelen bir kul olarak örnek olarak vermektedir. Hz. Meryem, doğumu öncesinde annesi tarafından iyi bir kul olması ve dünyevi tüm bağlardan arınmış olması dileğiyle Allah’a adanmıştır: Hani İmran’ın karısı: “Rabbim, karnımda olanı, ‘her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak’ Sana adadım, benden kabul et. Şüphesiz işiten bilen Sensin Sen” demişti. (Al-i İmran Suresi, 35) Böyle önemli bir dilekle Allah’a adanan Hz. Meryem ile ilgili Kuran’daki diğer ayetler, Allah’ın Hz. Meryem’in annesinin bu duasını kabul ettiğini göstermektedir. Al-i İmran Suresi’nde Hz. Meryem’in son derece güzel ve temiz bir ahlakla yetiştirildiği şöyle bildirilmektedir: Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir kabulle kabul etti ve onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi… (Al-i İmran Suresi, 37) Yine başka bir ayette de Allah, Hz. Meryem’i seçtiğini ve onu üstün kıldığını şöyle haber vermektedir: Hani melekler: “Meryem, şüphesiz Allah seni seçti, seni arındırdı ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı,” demişti. (Al-i İmran Suresi, 42) Ayrıca Kuran’da Hz. Meryem’e, Allah’a gönülden boyun eğen, itaatli, Allah’ın emirlerine uyan bir insan olması emri verildiği de bildirilmektedir: “Meryem, Rabbine gönülden itaatte bulun, secde et ve rüku edenlerle birlikte rüku et.” (Al-i İmran Suresi, 43) Hz. Meryem yaşamının belli bir döneminde ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmiştir: Kitap’ta Meryem’i de zikret. Hani o, ailesinden kopup doğu tarafında bir yere çekilmişti. (Meryem Suresi, 16) Burada yalnız yaşayan Hz. Meryem, bir mucize olarak Hz. İsa’nın doğuş haberini de bu sırada almıştır. Cebrail vasıtası ile kendisine Hz. İsa’nın doğumu müjdelenmiştir: Hani Melekler, dediler ki: “Meryem, doğrusu Allah Kendinden bir kelimeyi sana müjdelemektedir. Onun adı Meryem oğlu İsa Mesih’tir. O, dünyada ve ahirette ‘seçkin, onurlu, saygındır’ ve (Allah’a) yakın kılınanlardandır.” (Al-i İmran Suresi, 45) Hz. Meryem, Allah’tan bir mucize olarak, kendisine hiçbir insan eli değmeden Hz. İsa’ya hamile kalmış ve ardından ıssız bir yerde tek başına Hz. İsa’yı dünyaya getirmiştir. (Meryem Suresi, 20) Allah’ın kendisi için belirlediği kadere gönülden boyun eğen Hz. Meryem, bu olaylar üzerine kavmi tarafından kendisine atılan tüm iftiralara karşı sadece Allah’a güvenip sığınmıştır. Kuran’da Hz. İsa’nın doğumu öncesi ve sonrasında meydana gelen mucizevi olayları kavrayamayan bu kavmin, Hz. Meryem’e yönelik ağır ithamları ve incitici sözleri şöyle bildirilmektedir: Böylece onu taşıyarak kavmine geldi. Dediler ki: “Ey Meryem, sen gerçekten şaşırtıcı bir şey yaptın. Ey Harun’un kız kardeşi, senin baban kötü bir kişi değildi ve annen de azgın, utanmaz (bir kadın) değildi.” (Meryem Suresi, 27-28) Başka bir ayette de kavmin inkara sapmış olduğu ve Hz. Meryem hakkında büyük yalanlar ve iftiralar ortaya attığı şöyle haber verilmektedir: (Bir de) İnkara sapmaları ve Meryem’in aleyhinde büyük bühtanlar söylemeleri, (Nisa Suresi, 156) Allah, Hz. İsa’yı alıp kavmine geri dönmesini istediğinde Hz. Meryem Allah’ın emrine rıza göstermiş ve insanların kendisi için ne düşüneceklerini, hakkında ne gibi iftiralar atacaklarını önemsemeden Allah’ın emrine uymuştur. Açıklaması son derece güç bir olayın içinde olmasına rağmen, bunu bahane etmemiş ve kendisinden isteneni eksiksiz olarak yerine getirmiştir. Kendisi hakkında kavminin ortaya attığı tüm ithamlara gerçek bir Müslümana yakışır şekilde karşılık vermiştir. Allah’ı unutup insanları ilahlaştıran (Allah’ı tenzih ederiz) cahillerden çok farklı bir ahlaka sahip olduğunu, Allah’ın emirlerine uyarak ve insanların kendi hakkındaki düşüncelerine itibar etmeyerek göstermiştir. Allah Kuran’da Hz. Meryem’in hayatından aktardığı bu örnekle, insanlara önemli hikmetler göstermektedir. Çünkü Hz. Meryem dünyada hiç kimsenin başına gelmemiş, eşi benzeri olmayan, mucizevi bir olayla imtihan edilmiştir. Son derece zor ve sabır gerektiren bir ortamda insanların baskı ve iftiralarına karşı güzel bir sabır göstermiştir. Tüm bunların sonucunda ise Allah Hz. İsa’yı henüz beşikteyken konuşturarak annesini, insanların iftiralarından temize çıkarmıştır. Aynı Hz. Meryem gibi, gönülden Allah’a bağlı olan her insan mutlaka Allah’ın koruması altındadır. İnsanlar kendisi ile ilgili olarak her ne konuşurlarsa konuşsunlar ya da ne düşünürlerse düşünsünler bunların Kuran ahlakını yaşayan bir insan için hiçbir önemi yoktur. Çünkü aynı Hz. Meryem örneğinde olduğu gibi, önemli olan müminlerin Allah Katındaki konumlarıdır.

İnsanlara Tapinma Dininden Kurtulmak İçin Bir Yol: Düşünmek

Tüm site boyunca ayrıntıları ve örnekleriyle ortaya koyduğumuz insanlara tapınma dini, bugün pek çok mensubu, pek çok inananı olan batıl bir din durumuna gelmiştir. İnsanların bir kısmı, Allah’ın kudretini ve ahiretin yakınlığını kavrayamadıklarından bu batıl dini ve uygulamalarını kendilerince çok makul karşılamaktadırlar. Oysa bu geçersiz din, onların hayatına kargaşa, mutsuzluk, kararsızlık gibi birçok belayı sokmakta, Allah’ın rızasını gözetmemenin sıkıntısını hayatları boyunca yaşamalarına neden olmaktadır. Karşılarındaki insanların Allah’tan müstakil güce sahip varlıklar olduklarını düşünen bu kimseler, hayatlarını onların rızasını kazanmak için geçirmektedirler. Oysa insanın kendisi gibi yaratılmış varlıklara ilahlık payesi vermek gibi büyük bir hataya düşmesi (Allah’ı tenzih ederiz) tüm hayatı boyunca insanlara köle gibi bağlı yaşamasına ve onların emri altına girmesine neden olur. Böyle kişiler insanlara kendilerini beğendirmek için gerçek yapıları dışında, samimiyetsiz, yapmacık ve zor bir hayat yaşamak zorunda kalırlar. Bunun sonucunda da hayatları dayanılmaz bir hale gelir. Her anlarına huzursuzluk, gerginlik ve hüzün hakim olur. Bu batıl sistemin toplum içinde yaygınlaşması sonucunda da, insani heybeti olmayan, tek bir fabrikadan çıkmış gibi birbirinin kopyası bir görünüşe, çarpık bir bakış açısına ve kötü bir ahlaka sahip, şuuru yarı kapalı, diyaloğa geçilmesi son derece zor, laf anlamaz bir insan kitlesi ortaya çıkar. Tüm bunların nedeni, insanların mutlak hakim olan Allah’ı bırakıp cahilce insanları ilah edinmeleridir (Allah’ı tenzih ederiz). Allah, insanların başka ilahlar edinmeleri nedeniyle dünya üzerinde fesat, fitne ve kargaşa çıktığını Kuran’da şöyle haber vermektedir: İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine taddırmaktadır. (Rum Suresi, 41) Kitap boyunca anlattığımız bu batıl sistemin tüm karmaşıklığına ve etkiliymiş gibi görünmesine rağmen, samimi bir insan için bunlardan bir anda sıyrılıp çıkmak son derece kolaydır. Temelinde, yoğun bir düşünce tembelliğine dayanan bu durumu ortadan kaldırmak için izlenecek en etkili yol, bu tembelliğe karşı ciddi bir fikri mücadele yürütmektir. Düşünmek, insanın kendisi ve içinde yaşadığı dünya hakkındaki gerçekleri kavraması için önemli bir yoldur. Derin düşünmek de, insanın yeni ve doğru bir bakış açısı geliştirmesine vesile olur. Samimi olarak düşünen bir insan Allah’ın yaratmadaki üstünlüğünü, O’nun mutlak hüküm sahibi olduğunu daha iyi kavrar. Düşünmek; insanların kanaatini ne kadar etkilemeye ya da onları ne kadar hoşnut etmeye uğraşsa da, hiçbir insanın Allah’ın takdirinin dışına çıkamayacağını fark etmesini sağlar. Ayrıca düşünmek insanın, Allah’tan başka tüm varlıkların, aciz ve ölümlü olduğunu kesin şekilde kavramasına yardımcı olur. Bunlar gibi imani açıdan son derece önemli olan konuları düşünerek anlayan, aklı başında bir insan için ise insanları razı etmeye yönelik olan bu cahiliye dininden sıyrılmak çok kolaydır. Sadece kısa bir düşünme süresinin ardından, insanların ne dediğine, ne düşündüğüne ya da nasıl olmasını istediklerine önem vermeyen, tek ölçüsü Allah’ın rızasını kazanmak olan, iradesi güçlü, son derece kişilikli ve şuurlu, Allah’tan korkan, güzel ahlaklı bir Müslüman olarak yaşamına devam eder. Kuran’da haber verilen Hz. Yusuf’un zindan arkadaşlarına tebliği bu konuda üzerinde düşünülmesi gereken bir örnektir. Ayetlerde şöyle buyrulmaktadır: “Ey zindan arkadaşlarım, birbirinden ayrı (bir sürü) Rabler mi daha hayırlıdır, yoksa kahhar (kahredici) olan bir tek Allah mı? Sizin Allah’tan başka taptıklarınız, Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği, sizin ve atalarınızın ad olarak adlandırdıklarınızdan başkası değildir. Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, Kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.” (Yusuf Suresi, 39-40)